Mustafa Mutlu-Vatan (12.03.2012)
İktidar partisi yöneticileri her fırsatta Cumhuriyet döneminde, özellikle CHP’nin tek parti iktidarında toplumun dinsizleştirildiğini ima ederek, “Dindar bir nesil yetiştirmeyi amaçlıyoruz” diyor...
Meclis’teki yeni eğitim yasası ile ilgili görüşmeler sırasında söz alan bir milletvekili de önce, “CHP İslam’ı yasakladı” dedi, büyük tepki görünce bu kez “Yanlış söyledim, dini yasaklamadı, ezanı yasakladı” diyerek sözüm ona özür diledi!
İşin ilginci CHP’den bir Allah’ın kulu da çıkıp, “Bu ülkede ezan yasaklanmadı. Sadece Türkçeleştirildi” diye itiraz etmedi...
Benim hafta içinde konuyla ilgili yazım üzerine meslekten ağabeyim, eski Milletvekili Uluç Gürkan aradı ve Şevket Süreyya Aydemir’in hayatını anlattığı ‘Suyu Arayan Adam’ kitabını yeniden okumamı, özellikle de 86’ncı ve 89’uncu sayfalara dikkat etmemi önerdi.
Tam 35 yıl önce okuduğum bu kitabı ne yazık ki kitaplığımda bulamadım. Hemen kitapçıya koşup, Remzi Kitabevi’nden çıkan 22. baskısını aldım. Okudukça hatırladım, hatırladıkça içim bir tuhaf oldu.
***
Topraksız bir çiftçi ailesinin oğlu olan Şevket Süreyya, 1897 yılında Edirne’de doğmuş ve ailesinin özverisiyle iyi bir eğitim alıp öğretmen olmuş. Sonra yedek subaylığını meşhur Sarıkamış faciasına uğrayan 28’inci Tabur’da (bozgundan önce alaymış) yapmış... Bir yandan bitmek bilmeyen Rus baskınlarına direnirken, diğer yandan da öğretmenliğin verdiği sorumlulukla emrindeki askerleri eğitmeye soyunmuş... Uluç Abi’nin ısrarla okumamı önerdiği bölüm özetle şöyle:
“Daha ilk derste belli oldu ki bölükte, hangi dinden olduğumuzu bile doğru dürüst bilen bir kişi yok. Bir gün askerlere sordum:
- Bizim dinimiz nedir?
Hepsinin bir ağızdan, ‘Elhamdü-l-illâh Müslümanız’ diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı, cevaplar karıştı. Kimisi ‘İmamı âzam dinindeniz’, kimisi ‘Hazreti Ali dinindeniz’ dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, ‘İslâmız’ diyenler de çıktı ama ‘Peygamberimiz kimdir?’ deyince, onlar da pusulayı şaşırdı. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, ‘Peygamberimiz Enver Paşa’dır’ bile dedi.
İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, ‘Peygamberimiz sağ mıdır, ölü mü?’ deyince, iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
‘Peygamberimiz sağdır’ diyenlere, ‘O halde hangi şehirde oturur?’ diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.
‘Peygamberimiz ölmüştür’ diyenlere de ‘Ne zaman ölmüştür?’ denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmediği gibi, din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen kimse de çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Onlar da namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı:
‘Biz hangi milletteniz?’ deyince her kafadan bir ses çıktı:
‘Biz Türk değil miyiz?’ deyince de hemen, ‘Estağfurullah’ diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz ‘Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Ama onlara göre Türk demek, Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı.
Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, adını, padişahın adını, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler; belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.”
***
Evet, bugün size “yeni” bir kitaptan söz etmiyorum. Yazarının ölümünün üzerinden bile 36 yıl geçmiş bir kitap bu...
Anlattığı olaylar da 100 yıl öncesine ait...
Hani birileri her fırsatta, “üstat” ilan ettikleri “bohem” Necip Fazıl’dan alıntılar yaparak tarihi anlatıyorlar ya...
Acaba tarihi, gençliğinin tamamı cephelerde geçmiş bu gerçek yurtseverin kaleminden hiç okudular mı?
Doğrusu buna çok ihtimal vermiyorum.
***
Bugünkü yanlışlara direnip, yarınki felaketlere engel olabilmenin en önemli şartlarından biri, geçmişi doğru ve iyi öğrenmektir.
“Cumhuriyet döneminde İslam yasaklandı” diyen din tüccarlarına karşı doğru ve etkili tepki verebilmenin yolu, geçmişte ne olduğunu iyi öğrenmekten geçer...
Görüldüğü gibi; Cumhuriyet, bu topraklarda yaşayan insanları dinsizleştirmediği gibi, din eğitimini yaygınlaştırarak ve dine duyulan saygıyı artırarak, gerçek dindarların artmasını sağladı.
Şevket Süreyya’nın kendi hayatını anlattığı bu kitabı okumuş olanlara bir daha...
Okumamış olanlara da hemen okumalarını şiddetle öneririm!
***
SUYU ARAYAN ADAM *****
Yazarı: Şevket Süreyya Aydemir
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Hiç yorum yok...