Eveleye geveleye de olsa başkanlık sistemi tartışma alanına taşınmaya başlandı. Hep böyle yapılıyor…
Önce masumane tavırlarla, kuzu postuna bürünmüş kurt edasıyla, aktörce yumuşatılmış bir ses tonuyla konu gündeme getiriliyor…
Ardından yardakçılar korosunun, siyasetin irili ufaklı çömezlerinin, besleme medya ve öğretim üyesi kadrosunun kafa ütüleme seansları başlıyor.
Böylece kafası zaten karışık halk yığınlarının kafası daha da karıştırılmış oluyor.
Sersemleştirme operasyonunun kıvama geldiğine karar verildiğinde kuzu postu çıkarılacak, kurt bir kez daha asıl kimliğine bürünerek güç gösterisine başlayacaktır.
Sonuçta hedeflenen, birkaç ay sonraki seçimlerden parlamentoda mutlak çoğunluk sağlayarak çıkmak, bu olmazsa yeni bir halkoylamasıyla başkanlık sistemini Türkiye’ye dayatmaktır.
Başkanlık sistemi denilen şey ise Türkiye’nin koşullarında, ülkenin elde etmiş olduğu demokrasi birikimlerinin tümüyle yok edilmesi; siyasal, ekonomik, hukuksal, kültürel bütün birikimlerinin tek bir elde, günümüz koşullarında sivil darbe liderinin ellerinde toplanmasıdır.
Bunun adı ise sivil darbenin sivil diktaya ulaşması olacaktır.
Olabilir mi?
Neden olmasın?
Cahil ve yoksul halk yığınları, kimliksiz ve erdemsiz bir aydın güruhu, niteliksiz ve örgütsüz bir küçük burjuva ve kişisel çıkarını ülke çıkarının üstünde tutan, öngörü yoksunu bir kapitalizm arasında insanlık tarihinin en garip ittifaklarından birinin gerçekleştirilmiş olduğu bir ülkede olmayacak hiçbir şey yoktur…
Böyle bir ülkede üniversite öğrencisi ve işçi gösterilerinin (şimdilik) cop, biber gazı ve basınçlı su ile engellenip dağıtılması, karşıdevrim muhafızlarının silah da kullanmalarının an meselesi olması, ordunun ve hukuk kurumlarının sindirilip susturulması, yaşam boyu hapse mahkûm edilmiş azılı katiller hukukun oyuna getirilmesi sonucunda yeni cinayetler için salıverilirken sivil darbe karşıtlarının sonsuzca sürebileceği anlaşılan tutuklama ve mahkûmiyet olasılıkları ve uygulamalarıyla susturulmaya çalışılması çok doğal karşılanmalıdır. Peki susacak mıyız?
Nâzım Hikmet henüz yirmili yaşlarındayken yazdığı “Kerem Gibi”sinde susmamanın erdemini haykırır.
Havanın kurşun gibi ağırlaştığı bir ortamda, “bağır bağır bağırarak…” kurşunu eritmek için insanları harekete geçmeye çağırır.
Suskunluğun egemen olduğu, insanların seslerini yükseltmesinin yasaklandığı bir ortamda, bağırmak bir erdemdir.
Üniversite öğrencilerinin sivil diktaya karşı seslerini yükseltmeleri; gencecik ve korunmasız bedenleriyle biber gazına, copa, tekmeye, basınçlı suya karşı koymaları; duyarsızlığın, kaypaklığın, korkaklığın bunca yaygınlık kazandığı bir toplumda büyük bir erdemdir ve anlamlıdır.
Sivil dikta, emrindeki kolluk kuvvetlerine ezdirdikleri o çocukların arkasında, anneler, babalar, kardeşler, akrabalar, arkadaşlar, tanıdıklar, komşular ve vicdanları gitgide rahatsız olmaya başlayan kitleler de olduğunu, bugün suskun görülen toplumun sonsuza kadar suskun kalamayacağını aklından çıkarmamalıdır…
Stadyum açılışındaki tepki de halkın suskunluk sınırlarını zorlamaya başlayan öfkesinin birişaretidir.
Demek ki susmuyoruz, susmayacağız,susmamalıyız…
20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden Ernst Bloch başyapıtı “Umut İlkesi”nin daha ilk satırlarında, bebeğin dünyaya bağırarak geldiğinin altını çizer… Çünkü “Başlangıçtan itibaren arar insan… bağırır… istediğine sahip değildir…”
Hiçbir dikta, hiçbir toplumu sonsuzca suskunluğa, durağanlığa, tepkisizliğe mahkûm edemez…
Çünkü insan doğasına aykırıdır bu…
Birkaç gün önce izlediğim bir oyunda, Tuncer Cücenoğlu’nun dünya tiyatro repertuvarına girmiş olan “Çığ”ında da aynı tema işleniyor…
Tahammül etmenin, suskun olmaya zorlanmanın, adaletsizliğin bir sınırı vardır…
“Çığ”a yol açacağı tehdidi ve yalanıyla seslerini yükseltmemeye, bağırmamaya mahkûm edilmiş insanların biriktirdikleri tepki, bir an gelir, önce tek tek ve giderek kolektif bir “çığlığa” dönüşüverir…
Sivil diktaya doğru gitmekte olan sivil darbenin yolunu kesecek olan da işte bu çığlıklardır…
Bunlar önce tek tek, tekil çığlıklar olabilir…
Fakat bir çığ gibi büyüyerek dikta heveslilerini sürükleyip götüreceklerinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır…
Ataol BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet
Hiç yorum yok...