Anneler günü deyince hep kendi annem düşer usuma… Sonra okuldan yoksun kalışının mahzunluğu... Ardından ‘zor’ yaşamına karşın tükenmek bilmeyen inadı dikilir önüme… Babam zar zor beşi bitirmesine rağmen annem okula dahi gitme şansı bulamamış… Özetle, okuması da yazması da yoktu, annemin.
Sanırım 60’lı yılların başıydı; Senirkent’in ilçe oluşunun üzerinden henüz 8 yıl geçmiş… Bense ilkokulun ya 2. ya da 3. sınıfındayım… İşte o yıllarda ilçemize bir Kaymakam atanır.
Kaymakamın çalışmaları, Cumhuriyetin kuruluş felsefesini, değerlerini ve kazanımlarını hissettirir yurttaşa… Anlayacağınız aydınlanmacı bir yöneticidir, Kaymakam.
Belediye hoparlöründen yapılan ilandan Kaymakamın eşinin terzi olduğu öğrenilir… Ve ilandan; istekli bütün kadınların eteklerinin Kaymakamın eşi tarafından ücretsiz olarak dikileceği duyurulur… O tarihte bütün kadınlarımız şalvarlıdır. Bu çağrının kadınlarımızı mutlu ettiği, annemin çabalarından da görülmektedir... Okul yüzü görmemiş annem, tatlı bir telaş içindedir…
Cumartesi günleri ilçemizde pazar kurulur. Yine öyle bir günde; annemin, babama ambardan iki ölçek buğday çıkarttırıp sattırdığını ve parasıyla eteklik kumaş aldırdığını, dün gibi hatırlarım.
Annemde herkes gibi elinde kumaş koşarak gitmişti Kaymakamın eşine… Sıraya girmişlerdi konuşulanlara göre …
Günler sonra annem eteğine kavuşmuştu. Annemin eteği siyahtı… Ve sadece düğünlerde ve davetlerde çıkarır giyerdi. ‘Etek’ ayrıcalıktı annem için; hanımlığın da ölçütü… Giydiğinde bir başka mutlu olurdu; bunu hissederdim !..
1960’lı yıllarda evimizde ütü yoktu. Ütüleyecek neyimiz vardı ki!.. Sonraki yıllarda; okumak üzere gittiğimiz Isparta’da bizim de başvurduğumuz yöntemle ütülerdi annem eteğini… Etek, itinayla yatağın altına yerleştirilir ve sabah alınırdı…
Siyah eteğin, annemin yeniliğe açılmasında, çağdaş giyime ve yaşama yöneltmesinde, hatta aydınlanmasında çok önemli katkı yaptığına inanırım… Bugün dört çocuğunun Üniversite tahsili yapmasında ‘siyah eteğin’ rolü büyüktür, bana göre !..
Benim ilkokul, annemin de gençlik çağlarıydı… Yıllar yılları kovaladı… İlçe olmamıza karşın üretim ve ekonomimizin tamamı tarımdı. Çiftçilikle geçimimizi sağlıyorduk. İki öküzümüz ve bir ineğimiz, ben Üniversiteyi bitirinceye kadar yaşamımızın bir parçası olmuştu.
Yoksulluktan kurtulmanın yolu, okumak ve devlette memur olabilmekti, o tarihler… Ancak, babamın üniversiteye okumaya gönderecek durumu da yoktu, hevesi de !.. Biz yoksul kasaba çocukları ‘ancak’ yatılı okullarda okuyabilirdik. Yatılı olarak da Eğitim Enstitüleri vardı; ve sınavları, üniversite sınavlarından ayrı olurdu. O sınavlara girip Matematik bölümünü yatılı olarak kazanınca babamdan çok annem mutlu olmuştu.
Annemde, ailenin yoksulluktan, ancak okuyarak kurtulabileceğimize inanıyordu. Yıllar geçti, ben Matematik öğretmeni oldum... Sonra kardeşlerim sırasıyla öğrenimlerini tamamladılar.. Böylece annemin de rüyası gerçeğe dönüşmüştü… Düşünüyorum da; her birimizin birer birer mezun olduğu okulları esasında annem bitirmişti…
Hatırlayacaksınız, 1996 yıllında, Türkiye tarihine “Susurluk kazası” olarak geçen ve Uğur Mumcu’nun işaret ettiği “siyaset- ticaret- mafya” üçgenine örnek olacak ‘o kaza’, kirli ilişkileri de gün yüzüne çıkarmıştı. Kaza, televizyonların, gazetelerin ve radyoların birinci gündem maddesiydi. Halkımız merakla ve endişeyle izliyordu gelişmeleri… Yurttaşlarımız, olayın örtbas edilmesinden korkuyordu… Ve, sonunda, tüm yurtta “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemi başlatılmıştı… Akşamları saat 9’da elektrikler 3 kez açılır ve kapanırdı… Tam da bu eylemin başladığı günlerdi, annemden bir telefon geldi… Telefonun diğer ucundaki annem bana, heyecanla “oğlum bizde elektrikleri yakıp söndürüyoruz” diye eyleme katıldığını duyuruyordu...
Annemin kelimeleri yan yana getirişinden ve sesindeki titremeden, kalp atışlarını duyar gibi oluyordum… Sonra !.. “İşte bu benim annem” dedim, eşime yüksek sesle … İşte bu !... Ulu önder Atatürk’ün yapmak istediği de buydu. Yurttaş olmak, haklarını bilmek, hukuku savunmak, birey olmak… “Siyah etekten”, “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemine; bir Cumhuriyet kadını… Bir dönüşüm…
Çok istemesine karşın okuma-yazma özlemine ulaşamadı annem... Ama okuyanları hep sevdi… İlçemiz biraz tutucuydu… Bu nedenle memleketimize çalışmak üzere gelen öğretmen, doktor ve başka meslek sahibi genç bayanlara hep sahip çıktı ve evinde konuk etti. İlçemizin kültürü ile tanışmasını sağladı, yerel sosyal yaşamı onlarla paylaştı.
Annem okuma yazmaya olan açlığını, babamdan gazetesini yanında ve yüksek sesle okumasını isteyerek giderirdi. Annemin aramızdan ayrılışının üzerinden 10 yıldan fazla bir süre geçti… Ve 84 yaşındaki babam, annemden kalma alışkanlık mıdır bilmiyoruz, ama gazeteyi hala yüksek sesle okumaya devam etmektedir.
Yazımın başında her ne kadar ‘anneler günü deyince hep kendi annem düşer usuma’ demiş bile olsam, anneliğin evrensel bir boyutu olduğu gerçeğini kim reddedebilir ki !..
Socrates’in “Koparılması mümkün olmayan tek bağ, anne ile evlat arasındaki bağdır.”, Napoleon Bonaparte’nin “Analar bir elleriyle beşiği, diğer elleriyle dünyayı sallarlar.”, Johann Herder’in “Çocuklar için annenin kalbi mıknatıs, gözleri kutup yıldızı gibidir” ve “İyi bir anne bin öğretmene bedeldir” sözleri görmezden gelinebilir mi?
Yazımı, Çinlilerin meşhur, “Bütün dünya üzerinde bir tek güzel çocuk vardır. Bütün anneler de ona sahiptir” sözüyle tamamlarken; annemin huzurunda sağ olan ve hakka yürüyen tüm annelerin anneler gününü kutluyorum.
Mustafa Nuri ÖZDEN
Eğitimci
Hiç yorum yok...