Ergenekon davasında 18 Eylül Salı günü yaşananlar, yargılamanın geldiği noktanın özetiydi. O gün duruşma salonundaki koşullar bir doz daha ağırlaştırıldı; sanıklarla avukatlarının birbirlerine dilekçe dahil hiçbir yazılı kâğıt veremeyecekleri, bunun önce hâkim tarafından görüleceği daha sonra taraflara iletilebileceği bildirildi.
Savunma hakkının giderek kısıtlandığı, yargılamanın adeta işkenceye döndüğü bir ortamda böylesi bir uygulamaya neden gerek görüldüğünü mahkeme başkanına sormak istedim.
Bunun için duruşmanın öğleden sonraki bölümünde elimi kaldırdım ve söz istedim. Başkan vermeyeceğini söyledi. Ben de neden söz istediğimi anlatmaya çalıştım. Şöyle dedim:
“Sayın başkan, artık talep konuşmaları yaptırmıyorsunuz, usul hakkında kimseye söz vermiyorsunuz. Avukatlarımızla araya fiziki mesafe koydunuz. Bugün de avukatlarımızla diyaloğumuzu kısıtladınız. Bunların hangi yasada yeri var?”
Bu durum elbette tüm sanıklar için geçerli. Onlar da söz hakkı isteyip haksızlığı, hukuksuzluğu dile getirmek istedi. Bunun üzerine mahkeme başkanı oturuma ara vererek heyetle birlikte salondan ayrıldı.
***
Heyet salonu terk ederken ben ve kimi sanıklar hâlâ salondaydık. O sırada duruşma savcısı Mehmet Ali Pekgüzel bana döndü ve şöyle dedi:
“Sayın Balbay, başkan sözlü bir talep istemiyor. Siz de yazılı bir dilekçe verin, söz hakkını öyle isteyin.”
Bir şekilde yaşadığımız hukuksuzluğu mahkeme heyetine anlatmak, sadece bugün değil gelecek için kayda geçirmek istiyordum. Bir dilekçe yazdım, mübaşirHasan Bey aracılığıyla mahkeme başkanına ilettim.
Mahkeme, oturumu o gün dinlenecek tanığın da istemi doğrultusunda sanıksız sürdürdü. Akşamüstü 17.30 sıralarında hepimiz salona alındık. Mahkeme başkanı kararları yüzümüze okudu. Benim “suçlarım” arasında duruşma salonunu “terk etmek” de var. Oysa kamera kayıtları ortada, her şey yukarıda aktardığım gibi gelişti. Ben salondaydım. Protesto amaçlı salondan ayrılma da olmadı.
Duruşma salonunda iki metre tepemizde onlarca mikrofon sarkıyor, duruşmanın her anı kamerayla kaydediliyor. Yani ses ve görüntüyü birleştirmek mümkün. Gazeteciler, avukatlar, izleyiciler salonda. Böylesine çok kayıtlı ve tanıklı bir durumda bile heyet, gerçeğe aykırı saptamalar yapıyorsa, yargılamanın nasıl yapıldığı yorumunu okura bırakıyorum.
***
Ergenekon davasında gelinen noktayı madde madde paylaşmak istiyorum.
1- Dava herkesin gözü önünde, açık yargılama ile devam ediyor gibi görünüyor ama aslında dava unutuldu. 7 bin sayfalık 20 iddianamenin birleştiği davada duruşma günü hangi tanık gelmişse, onun söyledikleri bir parça haber oluyor, o kadar. Dava, dava olmaktan çıktı. Tutulduğu yerden şekillenen, tarifi olanaksız bir yapıya dönüştü.
2- Özel yetkili mahkemeler (ÖYM) ellerindeki dosyaları bitirdikten sonra kapatılacak. Bir başka deyimle, en kabarık ve karmaşık dosya olması dikkate alınırsa, ÖYM’lerin ömrü Ergenekon davaları kadar. Sözüm ona, asrın davasına tasfiye halindeki mahkeme bakıyor. Hiçbir hukuk devletinde böyle bir uygulama olmaz.
3- Ellerindeki dosyalarla kaderi birleşmiş olan bu mahkemeler kendilerini adeta Meclis’in çıkardığı yasalardan bağımsız hissediyorlar. Kendi usullerini kendileri üretiyorlar. Kendilerinde, kendilerine yetki verme hakkı görüyorlar. Bu uygulama Türkiye tarihinin en karanlık günlerinde bile yoktu.
4- Meclis’ten geçen 3. yargı paketiyle tutukluluğa devam kararlarının daha zor alınacağı, mahkemelerin tutukluluk gerekçelerini her sanık için ayrı ayrı açıklamak zorunda olacağı belirtilmişti. Silivri tam tersini yaptı, tutukluluğa devamı kolaylaştırdı. 3. yargı paketinden önce ayda bir kez sanıklara söz hakkı veriliyordu. Tutukluluğu gözden geçirme bu 15 dakikalık konuşmadan sonra oluyordu. Silivri’de bu uygulama temmuz ayından itibaren kaldırıldı. 18 Eylül günü bizlere duruşmalardan men cezası verilirken, sanıkları ve avukatlarını dinlemeden tutukluluğa da devam kararı verildi.
5- Silivri’de hukuk, yargılama yok, sadece cezalandırma var. Merak edilen tek şey verilmiş olan cezaların ne zaman açıklanacağı. Hiçbir vicdan bunu kabul edemez.
Hukukun bittiği yerdeyiz. Bu zulüm devam ettiği sürece herkes tehdit altındadır.
Çağrım şudur:
İletişimin böylesine güçlendiği, çeşitlendiği bir ortamda herkes bu hukuksuzluğu kabul etmediğini bir başkasına iletsin.
Kim bilir, belki de sayımız çoktur!
Hiç yorum yok...