Prof. Dr. Özer OZANKAYAToplumbilimci Bir siyasal partinin “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olmasının, gerçekte doğrudan doğruya devletin demokratik yapısını, ulusun birliğini ve dirliğini, ülkenin bütünlüğünü, hukuka bağlı yönetim düzenini ortadan kaldırmak, tüm toplumu bölüp derbeder etmek anlamına geldiği, ulusumuzun gündeminde tutul(a)madı. Ne siyasal partiler, ne üniversiteler, ne kitle iletişimi, ne meslek, iş ve işçi örgütleri, ne bir bölümü ün ve ödül düşkünü düşün ve sanat insanları, … bunu yapmadılar.
“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olan” bir siyasal partinin yöneticilerinin hiçbir “üstün değer”e içtenlik ve tutarlılıkla bağlı olmayacağını, olamayacağını, bu nedenle ulusa ve ülkeye karşı her türlü iç ve dış kökenli sömürgeci bölme, ufaltma, folkloşlaştırma ve tutsak etme girişimlerine kalkışabileceğini göz önüne alıp, o partinin demokratik bir düzende var olmaya meşru hakkı olamayacağını açıkça ilan etmediler. Oysa örneğin Atatürk, laiklik karşıtlığının gerçek anlamıyla ulusal egemenlik karşıtlığı olduğunu, ULUSUN YÜREĞİNE YÖNELTİLMİŞ ZEHİRLİ BİR HANÇER olduğunu belirtiyor, bu nedenle de meşru olmayan bu tür eylem ve örgütlenmelere fırsat verilmemesi gerektiğini vurguluyordu. Yaklaşık 100 yıl önce bir Mehmet Şemsettin (Günaltay) de, islam ülkelerinin içinde kıvrandığı utanç verici ilkellik ve düşkünlüklerin, baskıcılıktan, yani özgürlükçü, evrensel hukuk ilkelerine bağlı, ulus ve yurt kavramına, insanlık onuru bilincine sahip, başka deyişle laik bir siyasal ve toplumsal düzenin olmayışından ileri geldiğini haykırmıştı. Laik Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın yıkılış dönemindeki namuslu aydınların oluşturduğu bu uyarı ve uyanış ortamı üzerinde kurulmuştu. Mehmet Şemsettin’in 1920’de gözler önüne serdiği müslüman halkların acıklı durumu, ne yazık ki bugün tüm İslam dünyasında aynıyla sürdürülüyor: "İslam adı altında yaşayan insan kitlesinin yaşamındaki düşkünlüğü gören, inilti ve sızlanışlarını duyan duyarlı bir vicdan tasarlanamaz ki bu korkunçluklara karşı ilgisiz kalabilsin; bir zamanlar dünyanın en egemen ve en ileri topluluğu olarak yaşamış olan müslümanlar, bugün aşağılık ve düşkün, çamurlarda sürünüyor; aşağılanıp tutsak olmuş, tokatlar altında inliyor. Eski müslümanlar gerçeğe tapıyorlardı. Şimdiki islamlar ise saçma inançların tutsağıdırlar. Eski müslümanların dini onlara çalışma ve kültür ışıkları saçıyordu, şimdiki müslümanların inançları ise kendilerini karanlık ve düş kırıklıkları uçurumlarına doğru sürüklemektedir. … "Saçma inançlar, islam dünyasının tutsaklık altına girmesine neden oldu.Saçma inançlara bulanmış bir din, kültür ve düşünce sahiplerinin vicdanına seslenemez. Tenbelliğe sürükleyen bir inanç, şu çalışma çağında ona bağlı kalanların yok olup yıkılmalarından başka bir sonuç getiremez. Görüyoruz ki, müslümanlar arasında yetişen aydın kafalar, din adına ortaya atılan şeylerden tiksinip kaçınıyorlar. Halk ise saçma inançlar içinde sarhoş ve baygın bir durumda, yıkım burgacına sürüklenip gidiyor."
(HURAFATTAN HAKİKATE, 1920)
Son Gazze olaylarının laiklikten yoksun tüm msülüman ülkeler açısından bir kez daha ortaya koyduğu gibi, sömürgeci Batı, İslamın gerçek aydınlığından korkan Kilisenin de desteğini alarak, ortaçağcıl kralları, emirleri, tarikat şeyh ve dedelerini, … besleyerek, onlarla işbirliği içinde kurulan parti yöneticileriyle “başbaşa”, gizli bölme ve sömürme programları hazırlayarak, yeri geldiğinde de, şeytana taş çıkaran BOP ve “Arap baharı” aldatmaları eşliğinde onları ezip yerlerine yeni işbirlikçileri getirerek … bütün İslam dünyasını aynı karanlık, düşkünlük ve aşağılanma koşullarında tutmayı sürdürebiliyor. Bu sömürgeciliği tepeleyip, bir daha sömürge durumuna düşmemenin yollarını, hem de eylemli olarak gösteren, bu özelliği ile tüm Müslüman halklara örneklik edebilecek olan Atatürk’ün Çağdaş Türkiyesini de yeniden öteki Müslüman halkların durumuna düşürmeğe var gücüyle çalışıyor. Muhalefet, kitle iletişim patronları, üniversiteler, sanat ve düşün insanları, meslek, iş ve işçi örgütleri, … “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olan” siyasal örgütlenmelerin hem içerden hem de dışardan eş zamanlı olarak yol açtığı folklor düzeyine gerileme, bölünme, uflanma, tekmelenme .. gibi korkunç yıkımları algılama yeteneğini yitirmiş, ‘dağıtmış’ durumda…
Hiç yorum yok...