Biz gelince vali ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu.
Paşa valiye sordu:
“Konu nedir?”
Vali anlattı:
“Sayın konsolos, İngiliz tebası vatandaşlarla Rum ve Ermeni azınlığın güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Ben kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim.”
Mustafa Kemal Paşa konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu, buna rağmen kendisine valiyi muhatap aldı:
“Ee, peki daha ne istiyormuş?”
Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi:
“Tebamız için hükümetinizden yazılı teminat istiyorum!”
Paşa:
“Ne yani, Yunanlılar zamanında siz tebanızı daha emniyette mi görüyordunuz?”
Konsolos, kasılarak “Evet” dedi, “Yunanlılar buradayken tebamızı daha emniyette görüyorduk.”
“Öyleyse buyrun, tebanızla birlikte Yunanistan’a gidin, efendim!”
Konsolos sinirlenerek sesini yükseltti:
“Yani majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?”
Paşa:
“Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben Millet Meclisi’nin başkanı ve Türk orduları başkomutanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz dışarıya, efendim!..”
Konsolos, Mustafa Kemal Paşa’nın son sözleri üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı, gitti.
Mustafa Kemal Paşa, adamın arkasından valiye döndü:
“Bunlara yüz vermeyin vali bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletcik sanıyorlar bizi!
“Küstahlık derecesine bakın, bana ‘Savaş mı açıyorsunuz?’ diye soruyor. Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak!.. Savaş halinde değiliz sanki!”
Birkaç saat sonra, İngiliz donanması komutanı hükümet konağı nın kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik, fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.
“Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorum.” Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı. Amiral, “Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızı rastlantıya borçlu olmadığınız kanıtlandı böylece. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum” diyerek övgüler yağdırmaya başladı.
Paşa, bıkkın bir ifadeyle, “Bunları geçin amiral, çok işimiz var. Asıl konuya gelin” dedi.
Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi:
“İzmir’de tebamız ve sizin azınlıklarınız Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri
yönetim altında bu insanların statüsü
nedir? Güvende midirler?”
“Hiç kuşkunuz olmasın amiral. Tebanız ve azınlıklar hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler.”
“Peki suç işleyenler?”
“Suç işleyenler sayın amiral, muhtemelen sizin ülkenizde de olduğu gibi, adaletin huzuruna çıkar. Suçlu olanlar, cezalarını çekerler.”
“Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüz yüzedirler. Ermeniler’in biliyorsunuz büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemli bir bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türkler’e zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır, bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!”
Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemal Paşa, “dünyanın koparacağı gürültü” ile tehdit edilince amiralin sözünü kesti:
“Üstünlük pozunuzu derhal bir kenara koyunuz amiral! Milletleri tehdit etmekten de vazgeçiniz. İngiltere ve müttefiklerinin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile! Bunlar memleketin dahili işleridir ve de sizin bu işlere karışmanıza müsaade etmem.
“Majestelerinin devleti bizim azınlıklarla uğraşmaktan vazgeçsin. Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz.”
Amiralin yüzü bembeyaz oldu:
“İngiliz hükümetinin tebasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermeniler’in güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.”
Paşa, “Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız” dedi. “Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir Limanı’nı donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz, tebanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum.”
Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı ve “İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?” dedi.
Paşa:
“Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması’nın halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık bile. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade edemem. Şu anda hukuken ‘barış antlaşması yapmamış’ iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasuları mızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum!”
Bir balmumu heykeline döndü amiral...
Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek, “Affedersiniz” dedi, yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıktı.
Olay kısa süre içinde şehirde duyuldu.
İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler.
Türkiye Atatürk’tür, Atatürk Türkiye’dir.
Bütün Dünya /Temmuz-2009
Hiç yorum yok...