Haberler


KÜRESEL-SONRASI KENTLERE DOĞRU:
  • Yorumlar: 0
  • 11 Mart 2010 00:00
  • Haber kategori: Çayyolu
  • Ekleyen:
  • Ziyaretler: 2280
  • Son Güncelleme: -/-
  • (Güncel Beğeni 0.0/5 Yıldızlar) Toplam Oylar: 0

KÜRESEL-SONRASI KENTLERE DOĞRU:

0 0

21. Yüzyılın Başında ANKARA’yı Anlama(ma)

Ali Tolga Özden
Araştırma Görevlisi, Mimarlık Bölümü, ODTÜ, Türkiye
Ziyaretçi Araştırmacı, Hazard Reduction and Recovery Center, Texas A&M Universitesi, ABD (2009-2010)

Bu yüzyılın başında gerek ülkemizde gerekse dünyada tartışılan önemli bir mesele, kentlerin plansız ve sağlıksız şekilde büyümesi, kentsel afet risklerin artması, kentlerde daha ciddi boyutlara varan güvenlik sorunlarının ortaya çıkması, küresel kentlerin hızla artan nüfusları ile içine düştükleri çok karmaşık problemlerle başa çıkma kapasitelerinin olmayışıdır.

Dolayısıyla, küreselleşmenin özellikle gelişmekte olan ülke kentlerine belki de en büyük yansıması, kentlerde hızla artan fiziksel-sosyal ve kültürel ihtiyaçlara cevap veremeyen yatırımlar, kendi ağırlığı altında ezilmekte olan ve köhneleşen kentsel doku ile kendi güvenliğini sağlamaya çalışan ve kentin dış çeperlerine doğru yayılan, kentin diğer kısımlarıyla bağlantısını büyük ölçüde kesmeye çalışan ve kentin kalanının bu alanlara sızmasını engellemek için ihtiyaç duyduğu fiziksel-ekonomik ve sosyo-kültürel duvarları örmeye çalışan gettolaşmaya yüz tutmuş bir kentsel doku karmaşasıdır. Kentin bütününü düşünmeyen, halen daha tek yapı ölçeğinde kalan yatırımlar da bu plansızlığa hizmet eden küresel kentlerin olağan bir karakteri haline gelmektedir. Özellikle tek yapı ölçeğinde ki yatırımların tasarım ve uygulama dayanaklarının bütünüyle tüketim üzerine kurgulanması, kentin ihtiyaçlarına ve kentsel adaletsizliklerin ortadan kalkmasına, kentsel gerilimlerin azaltılmasına yardımcı olmak bir yana, kentsel tüketimin ve adaletsizliğin, dolayısıyla da kentsel gerilimlerin daha da artmasına yol açtığı bir gerçektir.

Küresel kentlerin kendi kendilerini hızla kemirerek yok etme yolunda ilerlediği bu dönemde belki de çok uzun sürmeyecek bir süreç sonunda yeni bir kent anlayışı ile karşı karşıya kalacağız. Küresel-Sonrası Kentler olarak adlandırılabilecek bu yeni yaşam ve yerleşim alanları aslında küresel kentlerin tükettiklerinden arta kalanlar olarak karşımıza çıkacaktır.

Sanayi kentlerinin, üretim sektörleri ve yapıları ile ortaya çıkan dokuları yerlerini sanayi-sonrası kentlerin ya da küreselleşen kentlerin hizmet sektörleri ve yapıları ile öne çıkan dokusuna bırakmıştır. 21. yüzyılda ise küresel kentlerin, yavaş yavaş ama yıkıcı adımlarla küresel-sonrası kentlerin tüketilmiş kaynakları ile güvensiz ve karmaşık riskler yumağı haline gelmiş köhneleşen dokusuna doğru evrilmesi! aslında hepimizin üzerinde ciddiyetle düşünmesi gereken bir son veya yeni bir başlangıç için yeterli ip uçları vermiyor mu? Küresel-sonrası kentler insanoğlunun ve yarattığı çevrenin sonu mu olacak yoksa yepyeni bir başlangıç mı olacak?

Mimarlık da tam bu noktada, yaşadığımız ve henüz ilk yıllarını geride bıraktığımız bu yüzyılda bir çok ütopyayı hayata geçirebilecek bilgi ve teknolojiye ulaşmıştır. Geçmişte bilim-kurgu kitap veya filmlerinde hayal edebildiğimiz teknolojilerin bir kısmına ve pek çok bilim-kurgu filmine dekor olan mimari yapılara, gökdelenlere küresel kentler sahip olabilmektedir. Belki de küresel kentlerin bu imajlarını anlatan önemli etiketlerden birisi de gökdelenler ve devasa alışveriş merkezleridir. Aslında sanayi kentlerinde, özellikle Amerika’da ortaya çıkan gökdelen furyasının ilk örnekleri ile 19 yüzyılda karşılaşmaktayız.

ABD’nin Şikago kenti belki de bu anlamda incelemeye değer bir örnek olabilir. 20. yüzyılın yükselme yarışında da insanoğlunun bu hırsının örneklerini görmek pek hala mümkündür. Uzun yıllar en yüksek olma rekorunu elinde tutan New York - Empire State Binası (1931 – 381 metre yüksekliğinde), önce rekorunu kendi ülkesinden bir başka yükseğe, Sears Kulesine (Sears Tower, 1974 – 442 metre yüksekliğinde) bırakmış, ardından da 1990’lı yıllarda küreselleşen kentleriyle bu rekorlar Uzak Doğu ülkeleri arasında paylaşılmaya başlanmıştır. 1998 yılında Malezya’da Petronas Kuleleri (452 metre yüksekliğinde) bu rekoru eline alırken hükümranlığı 6 yıl sürmüş, yerini Tayvan’da Taipei 101 binasına (2004 - 509 metre yükseliğinde) bırakmıştır. Yeni rekor ise bir Orta Doğu Ülkesi olan ya da kent-ülke olarak nitelendirilebilecek Dubai’den gelmiştir. Dubai Kulesi yani Burj Dubai 800 metre yüksekliği ile şu anda dünyanın en yüksek yapısı ünvanına sahiptir.

Belki de küresel kentler tanımına önemli bir örnek teşkil edebilecek olan Dubai, elinde tuttuğu petrol ekonomisine dayalı finansal gücü, hızla artan yatırımları ve hayalgücünün sınırlarını zorlama arzusuyla mimarlık ve mühendislik tasarım ve yaratıcılığının tüm yollarını kullanabilme imkanını birleştirerek ütopyaları gerçeğe dönüştürmeye çalışmaktadır. Dubai, ortaya çıkan kent(sel) dokusu, dev alışveriş merkezleri, sıra sıra gökdelenleri ve yapay adaları ile

karşımıza kimilerince olağanüstü olarak nitelenen bir yapı sergisi çıkarmaktadır. Teknolojinin ulaştığı en son araçları kullanarak ortaya çıkarılan bu kent, çölün üstünde ki heybetli ve bir o kadar da şaşırtıcı ve aykırı olarak nitelenebilecek görünümüyle inşa edilmiş küresel kentlerin belki de en simgesel olanıdır. Elbette taşıdığı bu yapısal görünümünü bir simge mi yoksa küresel sermayenin ortaya koyduğu bir aşırılık mı olarak değerlendirmek gerektiği de tartışma konusudur. Dubai Kulesi’ni de belki, bu mimarlık-mühendislik aşırılıklarına bir de dünya rekoru ile imza atma çabası olarak değerlendirmek mümkün olabilir.

Ancak, son döneme damgasını vuran küresel kriz, bu sermaye devi kentin de yatırımlarına ağır bir darbe vurmuş, hatta bu yatırımların gecikmesi, daha da ötesinde tamamen durması tartışmalarını da alevlendirmiştir. Yüksek yapıları ya da dünya rekortmeni gökdelenleri buluşturan bir ortak noktanın küresel mali krizler olması ilginçtir. 1929 yılında başlayan ve “Büyük Buhran” adıyla da bilinen ABD’nin yaşadığı, tüm dünyayı da etkileyen ekonomik krizin sürdüğü 1931 yılına denk gelen açılışıyla Empire State Binası, 1997 yılına damgasını vuran ve Asya Ülkelerinde en ağır olarak hissedilen “Asya Finans Krizi”nin hemen ardından açılan Malezya’da ki Petronas Kuleleri ile 2008 ve 2009 yılına damgasını vuran Küresel kriz içerisinde yapımı büyük ölçüde tamamlanarak bu yıl açılması planlanan Dubai Kulesi, yapıldıkları dönemin en yüksek yapıları olma ünvanlarının yanında dünyada yaşanan büyük krizlerinde içerisinde bulunmaları dolayısıyla ortak bir hikayeyi paylaşmaktalar. Pek çok hikayenin olduğu gibi bu hikayelerin de kaybedenleri ve kazananları olmuştur.

Ancak, kapitalist sistemin olağan bir davranışı olarak da yorumlanan bu yükseliş ve sonunda bir kriz ile düşüş, sonra tekrar yükselme ve bu yükselişinde yine bir krizle nihayetlenmesi şeklinde devam eden kısır döngü içerisinde kimlerin gerçekten kayben olduğu tartışmaya açıktır. Şimdi, Dubai’de küresel krizin etkisiyle işlerinden olan işçiler, devasa inşaat yatırımlarının durmasıyla işlerini kabeden işçiler, tüketim toplumu içerisinde tüketimin yavaşlaması veya durması ile işsiz kalan hizmet sektörü çalışanları mı gerçekten kaybedenlerdir, yoksa Dubai’li yatırımcılar mı? Yoksa doğal yapı üzerinde ne tür etkileri olacağı bilinmeden deniz üzerinde inşa edilen yapay adaların ve çöl üzerine inşa edilen, altındaki petrolün tüketilmesiyle yaratılan devasa alışveriş merkezleri ve gökdelenlerin tahrip ettiği doğa mıdır etkilenecek ve kaybedecek olan? Ya da küresel ısınmanın etkisiyle tetiklenen doğal afetlerin ve muhtemel deniz seviyesi yükselmelerinin tahrip edeceği bu yapay adalar mıdır etkilenecek ve kaybedecek olan? Kaybedenler bir yana, kaybedilenler nelerdir ona da bakmak gerekir. Bir yerdeki bozulmanın domino etkisi ile pek çok bozulmayı etkileyebileceği ya da tetikleyebileceği bilinmektedir. Dolayısıyla tüm kaybedenler aslında bir birlerini etkileyen bir zincirin halkasını oluşturmaktadırlar.

Bu kısırdöngü içerisinde, özellikle kentlerde yapılan yatırımların kentlilerin refahı ve mutluluğu için mi yoksa küresel sermayenin tüketimi organize etme amaçları için mi olduğu tartışılmalıdır. Dolayısıyla, ekonomik yükselişlerin sonunda yaşanan bu kriz dönemlerinin gerçek kaybedenleri küresel sermaye mi yoksa kentliler ile birlikte kentlerin kendileri midir sorusu gerçekten üzerinde dikkatlice düşünmeyi hak etmektedir.
İnsanoğlunda yükselme, ya da en büyüğünü yapma hırsı belki tarih boyunca karşılaşılagelmiş bir karakteristiktir. Bu yaklaşım ile efsanelere bile konu olan yükselme hırsı kendisini yüksek yapılar inşa etme ile simgeleştirmiştir. Babil Kulesi’de bir anlamda bu hırsı anlatan bir efsane olarak söz konusu edilebilir. İnsanın Tanrı’ya ulaşma ve yükselme hırsını sembolize eden bu yapı, kendisini inşa edenlerin Tanrı tarafından cezalandırılmaları ile son bulmuş bir efsaneyi işaret etmektedir.

21. Yüzyılın ilk yıllarında, kentlerin içinde bulunduğu kriz aslında kaynakların kontrolsüzce ve hızlıca tüketilmesi, yok olan kaynakların yerine yenilerinin konulamaması ve kentsel dokunun sürdürülebilirliği yerine tüketilebilirliği üzerine kurgulanan bir gelişme yaklaşımının izlenmesi ile birlikte kentsel riskleri daha da arttıran bir yaklaşım ortaya konmasıdır. Bu risklerin etkilerini daha da arttıran ve karmaşık hale getiren, insanoğlunun yeni riskler üreterek, doğal riskleri üretilmiş riskler ile birleştirmesi, içinden çıkılması çok daha güç sorunlara neden olmasıdır. Kentlerin, kentlilerin ve kent yöneticilerinin bu sorunlarla baş edebilme kapasitelerinin olmaması, ya da bu yönde bir hazırlıklarının olmaması kentsel risklerin afetlere dönüşmesinde tetikleyici bir unsur olmakta, afet sonrası kentin ve kentlilerin toparlanma süreçlerini geciktirici etkisi olmaktadır.

Oysa ki, kentin planlanması için kullanılan yöntem ve yaklaşımlarda, üretilen projeler kentin sürdürülebilirliği üzerine kurgulanmalı, kentsel riskleri ve gerilimleri azaltacak, bu risklerin afete dönüşmesine izin vermeyecek bir kapasite oluşturulmasına çalışılmalıdır. Kent için yapılacak yatırımlar da artık küresel kentlerin taşıdığı yüksek risk potansiyelinin farkında olmalı ve planlamalar bu yönde yapılmalıdır.

Ankara, elbette Dubai örneğinde veya Uzak Doğu Küresel Kentleri örneğinde ki gibi adından yüksek yapıları ile söz ettiren bir kent imajı çizmemektedir. Ancak, kentte yapılan yatırımlara bakıldığında, yıllardır çözüme kavuşturulamayan ve bir türlü tamamlanamayan metro sistemi (ya da toplu taşıma sistemi), gittikçe köhneleşen ve terk edilen tarihi kentsel dokusu, kentin çeperlerine hızla yayılan ve gettolaşmaya doğru giden uydu kentler, altyapı sorunları, trafik sorunları ve bu sorunların ürettiği riskler ile mücadele edebilecek herhangi bir yatırım olmadığı görülmektedir. Tüm bunların yanı sıra, tek yapı ölçeğinde yükselme eğilimi olmasa da yatayda tek yapı ölçeğinde büyüme eğilimi gösteren bir yatırım anlayışı tüm kenti hem fiziken hemde sosyo-kültürel anlamda değiştirmektedir. Her yıl birden fazlasının açıldığına şahit olduğumuz ya da bizzat deneyimlediğimiz devasa alışveriş merkezleri belki de küresel kentlerin düşey tutumlarının yatayda yansımaları olarak ele alınabilir. Kentsel imge olarak Ankara şehri artık bu alışveriş mekanları ile anılmaktadır. Sayısını dahi bilmekte zorlandığımız, bir şekilde birbirinin fonksiyonel hatta fiziksel ve görsel kopyaları haline gelmiş olan bu devasa kütleler, sanayi kenti aşamasını büyük ölçüde yakalayamamış, üretemeden tüketmeye geçen küresel kent imajına uygun bir yapıyı Ankara kentine de yamamaktadır. Ankara’nın bu şekilde evrilmesi! kenti anlamak ve yorumlamak için gerekli olan tartışma ortamında yerini çoktan almıştır. Kentin ihtiyaçlarının tespiti, kentsel dokunun sürdürülebilirliği, kentsel altyapının ve fiziksel dokunun sağlıklı olması, kentlilerin huzur refah ve mutluluğu, gelecek nesillerin aynı doku içerisinde yaşama şansları, kentin sahip olduğu her türlü riskin azaltılması ve gelecek risklere karşı kapasite oluşturulabilmesi, kentin kullanıcılarının karar alma süreçlerine katılımı ve daha pek çok konuda acil ihtiyaçlar ortada dururken, alışveriş merkezli bir kentsel evrimin ne tür bir kent kurgusuna hizmet edeceğini anlamak gereklidir.

Her yeni açılan alışveriş merkezinin bir öncekini tükettiği, sadece tüketilen bu mekanların ve kentsel alanların ne ölçüde tüketildiği konusunun değil, yapılan bu yatırımların zaman içerisinde atıl olma ve harcanan kaynak ve enerjinin boşa gitmesi riskini doğurduğunu anlamak gerekir. Kentin bu şekilde gelişme göstermesi, yakın bir gelecekte üretemeyen toplumlarda daha da ağır faturaları olacak olan hızla tüketilen kaynakların yerlerine konulamaması ile birlikte kentlerin bir takım küresel kent artıklarına dönüşme riski ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğini göstermektedir. Dolayısıyla, Ankara kenti de bu yapısıyla Küresel-Sonrası kentler içerisinde yerini almaya aday olarak, böyle bir enkazı taşıma potansiyeli ile karşı karşıyadır. Asıl tehlikeli olan ise, ortaya çıkması muhtemel bu enkazı ortadan kaldıracak ya da iyileştirebilecek kapasitelerin oluşturulamaması nedeniyle kentin bütünüyle köhneleşmesi ve yok olması tehdidiyle karşı karşıya olmasıdır.

Burada söz konusu edilmesi gereken, olası risklerin tanımlanması ve kentin gelişiminde uygulanan mevcut politikaların tamamıyla revize edilmesi gerekliliğidir. Ankara kentinin küresel bir kent olma çabası içerisinde alışveriş merkezleri ile evrilmesi fikrinin geçerliliği olamayacağının çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Mevcut yönetimlerin yatırım olarak tercih ettikleri yüksek yapılar ya da gökdelenler dikmek, ya da devasa alanlara alışveriş merkezleri kurmak yaklaşımının iflas etmek üzere olduğunun ipuçları karşımızda durmaktadır. Dünyada, çökmekte olan küresel finans merkezleri ile beraber küresel sermayenin ortaya çıkardığı kentler bu tehlikenin önemli ipuçlarıdır. Ankara’yı anlamama üzerine kurgulanan kentsel politikalar, kentin mevcut risklerinin üzerini örterek yeni riskler üretmekte ve gelecek için çok daha büyük tehlikeler ile karşı karşıya kalmamıza neden olmaktadır.

Ankara’yı anlama, kentin ne olmak istediğini anlama sadece küresel bir kent olma hedefi ile değil küresel-sonrası kentler içerisinde sürdürülebilir bir kent olma anlayışını da ortaya koymalıdır. Küresel-sonrası kentlere doğru yol alırken, bu yüzyılın başında eğer Ankara’yı doğru anlayabilirsek gelecek nesillere daha güvenli ve sürdürülebilir kentler bırakabiliriz. Ankara’yı doğru anlamak da en başta, doğru kararlar verebilen ve gelecek vizyonu güçlü olan, sürdürülebilir kentsel gelişme anlayışına sahip, halkın karar verme süreçlerine katılımına olanak sağlayan merkezi ve yerel yönetim anlayışı ile olabilir.

Ali Tolga Özden
Araştırma Görevlisi, Mimarlık Bölümü, ODTÜ, Türkiye
Ziyaretçi Araştırmacı, Hazard Reduction and Recovery Center, Texas A&M Universitesi, ABD (2009-2010)

Paylaş
  • Twitter
  • del.icio.us
  • Digg
  • Facebook
  • Technorati
  • Reddit
  • Yahoo Buzz
  • StumbleUpon

Hiç yorum yok...

Bilgi! Maalesef sadece kayıtlı ve giriş yapmış kullanıcılar yorum gönderebilir. Giriş yapın veya Kayıt olun.