Goethe “ulusal sanat ve bilim yoktur, bütün üstün değerler dünyanın ortak malıdır” diyor. Bu söylem doğrudur. Ancak, bir ulusun ulus olabilmesi için kendine özgü sanatı, kültürü, bilimi de gerekir. Bir ulusun niteliklerinin tanımlanmasında, dünyanın ortak değerlerine yaptığı katkısı da değerlendirilmelidir. Düşünürlerin vurguladıkları gibi sanat uygarlığa atılan bir imzadır. Güneşin dünyayı renklendirmesi gibi sanatta insanlığı aydınlatır, yaşama içerik kazandırır. Sanat, insanların duygu ve düşüncelerini gelecek kuşaklara ulaştıran etkin bir araçtır. Sanat, bir ulusun evrensel değerlere hangi ölçüde yaklaştığını gösterir. Bir ulusun düzeyi sanatıyla belirlenir. Dünya kültürüne yaptığı katkı oranında önemsenir.
İlkel çağlarda mağaralara çizilen resimlerden bu yana sanat, insanların duygularını, düşüncelerini ve coşkularını yansıtan bir uğraş alanı olmuştur. Kişiyi doğayla bütünleştiren, içsel zenginliğini güzelliklere dönüştüren bir tutku haline gelmiştir. Bu tutkuyla ürün verenler, bir bakıma doğayı sorgulamış, yapıtlarıyla kendi kendisini yanıtlamaya çalışmışlardır. Özveriyi ve disiplini ilke edinen sanatçı, başkalarının göremediği gizli gerçekleri görür ve bu gerçeği güzelliğe dönüştürmeye çabalar. Yarattığı güzelliklere anlam katarak insanlığa sunar. Dünyanın ortak değeri olan sanat eserleri, çağlar boyunca doğal değişimlerden etkilenseler de, toprak altında kalsalar da, günümüze kadar ulaşan kültürel varlıklardır. Sanat eseri, kalıcı olduğu kadar yaşanan uygarlıkların da en önemli tanıklarıdır.
Oscar Wilde “doğa insanı, insan da sanatı yarattı” diyor. Kültür ve sanatın kaynağında insan vardır. Sanat, insanlık için yaşamsal değerler içerir. Sanatı, kültürü önemseyen Atatürk “sanatsız kalan bir ulusun yaşam damarlarından biri kopmuştur” diyerek, her alanda olduğu gibi bu alanda da yol göstericilik görevini yerine getirmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, tiyatromuzun, müziğimizin, plastik sanatlarımızın, dil ve edebiyatımızın uluslararası alanlarda önemsenmesi için köklü ve kapsamlı girişimlerde bulunulmuştur. Kurtuluş savaşı sonrası her tür olanaksızlıklara ve yoksunluklara karşın 1930 da Devlet Konservatuarı açılmış, opera ve bale eğitimine geçilmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türkiye’nin genel fotoğrafını göz önüne aldığımızda, büyük çoğunluğun köylerde yaşadığını, okuma yazma oranının düşük, ekonominin güçsüz olduğunu, toplumu aydınlatacak kurumların yeni yeni oluştuğunu görürüz. Böyle bir ortamda sanat ve kültür adına atılan adımların, günümüz Türkiye’sinde daha ileri noktalara varması gerekmez miydi? Cumhuriyeti kuranlarının yaşamsal boyutta önemsediği kültür ve sanat, uzun yıllarda oluşan demokrasi birikimi ve elverişli ortama karşın günümüz politikacıları tarafından neden ikinci plana atıldı? O günkü ortam ve olanaklarla bugünkünü karşılaştırıp, kültür ve sanat eksenli bir sorgulama yapmamız gerekir. Bu tür irdelemeler sonunda görülecektir ki, bazı alanlarda ilerleme kaydedilse de, sanatta kültürde Türkiye’nin giderek gerilemekte, aydınlanma süreci hız kesmektedir. “Çağdaşlığa selam, ilkelliğe devam” politikalarının egemen olduğu ülkemizde, özgürlüklerin, toplumsal dinamiklerin anlam ve içerik kazanamamasının temelinde bu olgu yatmaktadır. Kimlik arayışındaki Türkiye, cumhuriyetten sonra 84 yıl geçmesine karşın, kültür ve sanat alanında gösterdiği ilk yıllardaki coşkusunu yitirmiş, çağdaşlaşma sürecine ilişkin olumlu tavırlarını aşındırmıştır. Toplumumuz kültürü, sanatı önemsemez konuma gelmiştir.
Bunda, toplumun bilinçsiz kalmasından yararlanmak isteyen çıkarcı politikacıların rolü büyüktür. Çünkü sanatın, kültürün aydınlatıcı işlevi onların işine gelmemektedir. Halk yığınlarını kolayca etkilemek, istenilen doğrultuda yönlendirmek zorlaşacağı için siyasiler, sanattan, kültürden uzak durmayı yeğlemişlerdir. Kendi çıkarları için ulusun çağdaşlaşmasını engellemekten geri durmamışlardır.
Kültür ve sanatın, insanların gezerlikten kurtulup, yerleşik düzene geçmesiyle gelişmeye başladığı biliniyor. Ekonomik esenliğin, bu tür uğraşıları daha da yoğunlaştıracağı varsayılıyor. Kentleşme ve ekonomik olanaklar, kültür ve sanatın gelişmesini etkiler tezi, geçerliliğini sürdürüyor. Ancak, kentleşme ile yetersiz de olsa kalkınmanın gerçekleştirilmesi, kültür ve sanatın gelişmesini aynı ölçüde etkilediğini savlayamayız. Bu iki etkenin yanı sıra, halkın isteği, kurumların desteği de gereklidir. Oysa, kültür ve sanatın gelişmesi kendi haline bırakılmış, bu alanda köklü açılımlar yapılmadığı gibi çözümler üreten politikalardan da kaçınılmıştır. Sanat, kültür devlet kurumlarının değil, bu işe gönül verenlerin çabasıyla sürdürülür hale getirilmiştir.
Kentlerdeki nüfus artışını, ülke kalkınmasının göstergesi sayanlar, unutmamalıdırlar ki, gelişme salt ekonomiyle olmaz. Kişi başına düşen ulusal gelir artışı, kültür ve sanat alanında da kendini duyumsatmıyorsa, orada bir çelişki vardır. Kültür ve sanat, bir siyasi anlayış eksikliğine kurban edilemeyecek kadar yaşamsal önem içerir. Bugünkü anlayış, yönetenlerin demokrasiyi, aydınlanmayı özümseyemediklerinin bir kanıtıdır. Bu bakımdan, ekonomisi cumhuriyetin ilk yıllarına göre bir ölçüde düzelen, kentleşmesi yoğunlaşan, yazılı ve görsel basın gibi aydınlatıcı kurumları güçlenen Türkiye’nin, bunlara koşut olarak sanat ve kültür alanında da geliştiğini savlamak oldukça güçtür.
Avrupa’nın çağlar önce gerçekleştirdiği kentleşme olgusuna özenerek, günümüz Türkiye’sinde uygulanan, köyden kente göçü hızlandırma politikaları, sosyal ve ekonomik çarpıklıkları da beraberinde getirmiştir. Altyapısını hazırlamadan, planlamasını yapmadan, büyük kentlere kitlesel göçlerin özendirilmesi, yönetimsel bir hatadır. Bu hatanın doğurduğu sonuçlar da çok karmaşıktır. Üretimden koparılan insanlar, sanayinin geliştirilememesi ve yeni iş alanlarının açılamaması nedeniyle kentlerde daha da yoksullaşmıştır. Kentteki yaşam standartlarının köylerdekinin de altına düşmesi, kapkaç, hırsızlık, dolandırıcılık ve gasp gibi olayları arttırmıştır. Dilencilik, bir iş kolu gibi gelişme göstermektedir. Kentlerdeki sorunların giderek yoğunlaşması halkın moral gücünü zayıflatmış, yaşamsal kaygılar nedeniyle kültürü, sanatı düşünemez konuma itmiştir. Köyler kentleşeceği yerde kentler köye dönüşmüş, ortaya çıkan sosyal yaralar daha da ağırlaşmıştır.
Bu çerçeveyi ana hatlarıyla çizdikten sonra, yaşam düzeyinin gelişmesinde önemli etken olan kültür ve sanatın göz ardı edilmesinin, uzun yıllar düşüncelerin baskı altına alınmasının bir savsaklama değil, doğrudan halkımıza ihanet olduğunu söyleyebiliriz. Doğuracağı sonuçlar biline biline yanlış politikaların izlenmesi ve bunda ısrar edilmesinin, ihanetten başka bir tanımı olamaz. Kendilerine rant sağlamayacağı için, halk aydınlanmasının önüne set çekenler, toplum vicdanında gün gelecek yargılanacaklardır. Halkın, kültürel açıdan geri kalmışlığından yararlanan çıkarcı politikacılar, bu ihanetin hesabını vermelidirler.
Bunların yanında, kentleşme sürecine koşut olarak, kültürel ve sanatsal atılımlara ortam hazırlamayan, varoşlardaki geniş halk kitlelerine uygarlığın ışığını yansıtmaktan kaçınan yerel yöneticiler de, aynı ihanetin içinde yer almaktan kurtulamayacaklardır. Kentlerimizde kültürel dokuyu oluşturamayanlar, köylerinden kopmuş insanlara sanatı tanıtma, sevdirme çabası göstermeyenler, ne denli başarılı olurlarsa olsunlar, bu alandaki ayıpları kendilerine yetecektir.
Kendine özgü edebiyatı, sanatı, kültürü olmayan bir ulus, ulus sayılamayacağı gibi bu alanlarda girişimde bulunmayan, elverişli ortamı yaratamayan kentler de kent sayılamaz. Kentleşme çok boyutlu bir olgudur. Salt fiziki altyapının oluşturulmasıyla kentleşme gerçekleşemez. Kültürel dokusu göz ardı edilen yerleşim birimlerinde, ne denli modern yapılaşma olursa olsun çağdaş bir kentleşmeden söz edilemez. Bir kentte yaşayan tüm kesimlerin sosyal, kültürel, sanatsal gereksinmeleri en üst düzeyde karşılanmalıdır. Nüfus yoğunluğunun getirdiği ortak yararların değerlendirilmesiyle, etkinliklerin yaygınlaştırılmasıyla ancak kentleşme anlam ve içerik kazanır. Esas olan çok yönlü uğraş alanlarının topluma sunulması, kitlesel girişimler için ortam yaratılmasıdır. Yerel yönetimlerin, kent halkını sanata, kültüre yakınlaştırmasıdır.
Bu konuda, yerel yönetimlerin de, siyasal erkin de görevini yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Yerel yönetimlerin düzenledikleri etkinlikler, genellikle siyasi gösterişe yönelik olup, kent kültürünün gelişmesini amaçlamamaktadır. Yöresel gelenekleriyle birlikte kentlere taşınanların oluşturdukları alt kültürleri kaynaştırıp, kentsel davranış kurallarını yerleştirmek yerel yönetimlerin işidir. Kentin kültürel dokusunu geliştirmek, yaygınlaştırmak onların görevidir. Yöresel geleneklerini yaşamak, geliştirmek isteyenlere, bu arada kentlilik kültürünü özümsetmek belediyelere düşer.
Bunu sağlamanın yolu kültürden, sanattan geçer. Kültürel, sanatsal etkinliklerin yoğunlaşmadığı ve bu etkinliklere kent halkının katılmadığı yerlerde, ilkesel birlikten söz edilemez. Kentlilik süreci kesintiye uğrar. Kültürel doku aşınır. Kentin farklı kesimlerinde farklı davranış biçimleri görülür.
Oysa, her kent bir kültür merkezi olmalıdır. Nüfus bakımından bazı ülkelerden büyük olan İstanbul, sanatsal ve kültürel etkinliklerin yoğunluğu göz önüne alınarak, kimilerince kültür merkezi sayılabilir. Ankara, İzmir gibi büyük kentlerimizdeki etkinlikler bazılarınca yeterli bulanabilir. Ancak, bir kentin kültür merkezi sayılabilmesi için opera, bale, tiyatro, sinema ve toplantı salonlarının, resim galerilerinin, yontu işliklerinin, resim, fotoğraf sergileme alanlarının çokluğu tek başına bir ölçüt değildir. Bu alanlarda, gerçekleştirilen etkinliklere halkın katılımı, ilgisi ve katkısı da çok önemlidir. Üretilen, yaratılan her güzelliğin belli bir kesime değil kentte yaşayan herkese ulaşması söz konusudur.
Bugünkü kent fotoğraflarına baktığımızda, kültürel dokunun oluşamadığını, varoşlardaki halkın sanatla buluşamadığını görürüz. Halkın % 90’ının operaya, baleye hatta tiyatroya gitmediği, resim galerilerini gezmediği, açık oturumları izlemediği, kitaplıklara girmediği bir kentte, kültürel dokudan elbette ki söz edilemez. Gerçekleşen etkinliklere bir kentin % 10’u ancak katılıyorsa o kent, ancak bu oranda kültür merkezi sayılabilir. Kendi kendimizi kandırmanın bir mantığı yoktur.
Kentlilik, içinde çok boyutlu olguları barındıran bir kavramdır. Yaşamın her kesitiyle ilgili disiplinler içerir. Ekonomiden, politikaya, kültürden çağdaşlaşmaya kadar ilkesel yönelişlerin kurallarını belirler. Bu kurallara uymak, ortaya çıkan ilkeler bütününü benimsemek, kentte yaşayan herkesin kaçınamayacağı görevlerinden biridir.
Kent nüfusuna yeni katılanların uyumsuzluğu, davranış farklılığı, eski göreneklerinde ısrarlı olmaları, kültürel dokunun oluşmasını yavaşlattığı gibi toplumsal niteliklerin kazanılmasını da engellemektedir. Bunları vurgularken, göç edenlerin geleneklerini yadsımasını, kültürel değerlerini bir anda unutmasını kastetmiyoruz. Hiç kimseden, kentlere taşınmadan önceki yaşamlarında sergiledikleri davranış biçimlerinden kopması istenemez. Beklenen bu kişilerin kent yaşamına uyum sağlamaları ve geleneklerini yeni koşullarda sürekli geliştirmeleridir.
Günümüzde, büyük kentlerde faaliyet gösteren binlerce yöresel dernek vardır. Tümünün başında da “kültür” yazar. Bu yöresel kültür derneklerimiz, bir yandan hemşehriler arasında dayanışmayı sağlarken, öte yandan da geleneklerini sürdürmeye çalışırlar. Ama hiçbiri, üyelerinin kentlilik kimliği kazanması, yeni ortama uyum sağlaması için proje geliştirmez, yeni politikalar oluşturmazlar. Örgütsel amaçlarına hizmet ederken, kentlilik bilincinin yerleşmesine özen göstermezler.
Kentlerde toplu yaşamın eğitim, sağlık ve bazı sosyal alanlarda sağladığı yararların yanında, bir de insan niteliklerini geliştirici boyutu vardır. Kent yaşamı, çevreyi gözlemleyerek, davranış biçimlerini örnek alarak, olumlu tavırlardan etkilenerek, bireylere önemli fırsatlar sunar. Görgüyü, bilgiyi, birikimi arttırıcı ortamı sağlar. Çağdaşlaşmanın benimsenmesinde önemli rol oynar. Davranış bozukluklarının giderilmesi kolaylaştırır. Yeter ki, bireyler bunları istesin.
Durum böyle iken, kentlerimizi tümüyle ya da bazı kesitleriyle ele aldığımızda kültürsüzlük yansımalarıyla karşılaşırız. Her alanda davranış bozukluklarına tanık oluruz. Ses ve görüntü kirliliğinin her yere egemen olduğunu görürüz. Toplu taşım araçlarında bağırarak konuşmak, iki de bir küfür etmek, çevredekileri hiçe sayan tavırlar sergilemek, kural dışı davranışları alışkanlık haline getirmek, kent yaşamının olağan bir parçası olmuştur. Çocuklarımızın ve de torunlarımızın yaşayacağı kentler böyle olmamalıdır.
Kentsel yaşamı çirkinleştiren, halkın dinginliğini bozup strese sokan bu davranışların giderilmesi ve uygarlığa ters düşen alışkanlıkların ortadan kaldırılması ancak kültürel amaçlı politikalarla gerçekleştirilir. Kentlerde yeni bir anlayışın yerleştirilmesi ve bireysel niteliklerin derinleştirilmesi, aynı zamanda ülkenin de uygarlaşmasını sağlar. Çünkü, ülke nüfusunun çoğunluğunun kentlerde yaşaması, kentsel kültürel dokunun aynı zamanda ülkenin de kültürel dokusu olduğunu gösterir.
Bu bakımdan, nüfusunun çoğunluğu kentlerde yaşayan Türkiye’de kentsel kültürel dokunun yetkililerce ele alınması, bu alanda projeler geliştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Yerel yönetimler, yetenekli gençlerimize ve yetişkinlerimize boş zamanlarında gidip çalışabilecekleri merkezler kurmalıdır. Ozan, yazar ve sanatçılarımızın uzun yıllar oturdukları sokaklara adları verilmelidir. Sanat ve kültürümüze gönüllü katkı yapan bu kişilerin önemsendiği topluma yansıtılmalıdır. Güzel sanatlar ve yazın dallarında belediyelerimiz yarışmalar açmalı, gençleri özendirici ödüller koymalıdır. Bu tür kültürel etkinlikler için ekonomik yetersizlik ileri sürülemez. Kültürel hizmetle için bazı kaynaklardan pay da ayrılabilir. Yeter ki, gelenekleşen bu anlayış değişsin.
Yönetimlerdeki bu anlayışsızlık, Atatürk’ün dikkat çektiği, yaşamsal damarlardan birini işlevsiz kılmaktadır. Neden, cumhurbaşkanlarımızın değişik kesimlerden toplantıya çağırdığı kişiler arasında yazarlarımız, sanatçılarımız bulunmaz? Neden, bir kültür bakanımız yazın ve sanat dergilerini çıkaranlara “gelin bakalım arkadaşlar, bu yayını hangi zorlukla yaşatıyorsunuz?” demez. Neden, sanatçılar ve kültür adamlarımızla bir araya gelme gereksinmesini duymaz?
Kültürün kaynağı insansa, büyük kentlerimizde yaşayanlar, kendi esenlikleri için bu olguyu devreye sokmanın yollarını aramadırlar. Alaın “düzen, kendisinden sürekli istenmeyen bir şeyi kimseye vermez” diyor. Kentlilerimiz, sanat ve kültür alanında da sürekli isteklerde bulunmalıdırlar. Yaşamı daha da güzelleştirmek için tavır koymalıdırlar.
Bu tavır, her şeyi tersinden okuyup, cumhuriyetin, çağdaşlaşmanın simgesi olan Ankara’da, “sanatın içine tükürürüm” diyen bir belediye başkanını, her seçimde daha çok artan oranda desteklemekle sergilenmez. Kentli kentliliğinin, kenti yönetenler de yöneticiliğinin bilincine vardığı zaman, değinmeye çalıştığımız bu olumsuzlukların hiçbirinden eser kalmayacaktır.
Her kent, her bölge ve her semt için kültürel dokunun önemini vurguladıktan sonra yazımızı Çayyolu’ndaki sanatsal etkinliklerle sonlandırmak istiyoruz. Çayyolu, nitelikli insanların yaşadığı Ankara’nin bir semti. Belediye olmak, sosyal ilişkileri geliştirmek ve de kültürel etkinlikleri artırmak için gönüllüler burada savaşım veriyor. Çaba Derneği, sanatsal ve kültürel etkinliklerin odağı konumunda. Bu dernek sayesinde her geçen gün örgütlenme bilinci yaygınlaşıyor. Sanata kültüre pencereler açılıyor. Bu yörede oturanlar, kültürel dokunun önemini kavradıklarından, bu konuda kendilerine düşen görevi yerine getirmek için uğraş veriyorlar. Beyinleri, gönülleri aydınlatmanın tek yolunun kültürden sanattan geçtiğini biliyorlar.
Bu durum, yazımızda da vurgulamaya çalıştığımız örnek bir gelişmedir. Çayyolu’nun diğer yörelere de örnek olmasını dileğiyle.
Hiç yorum yok...