Yazlık sinemaların renkli ampulleri sökülür, tahta sandalyeler birbirinin üstüne ters çevrilir... Kalem, silgi, okul çantası, önlük... Nedendir bilmem, sonbaharda sevinç ve hüznü bir arada yaşarım!?. Nöbetçi öğretmen korkum su üstüne çıkar, her sonbaharda...
Evet, ben nöbetçi öğretmenden hâlâ korkarım. Öğretmenleri çok severim ama “nöbetçi öğretmen” gördüğümde kaçacak delik ararım. Bu yüzden sonbahar, Hithcock’un ünlü filminde, tepede duran korkunç evi anımsatır bana!..
Okul yeni açılmıştı ve ben, yeni yeni kaynaştığım arkadaşlarımla birlikte yavru kargalara benzediğimiz siyah önlüklerimizle bahçede koşuyor, neşe içinde oynuyorduk... Çantamda defterlerim kaplıydı, etiketlerinde adım yazıyordu... Ben değil, bir yaş büyük olan ağabeyim yazmıştı... Bulutlar arasında uçuyordum... Okuldaydım çünkü; benim de bir öğretmenim vardı... Öğretmenlere yakın, hem de çok yakındım... Ah! Ben ki, bir yıl önce ağabeyimin öğretmeni sokağımızdan geçti diye nasıl da ağlamıştım o gece... Ağlamıştım evet; annem bana kızmamıştı, babam bağırmamıştı ama ağlıyordum işte... O gece öğrendim, insan sevinçten de ağlarmış... Çünkü o gün, sokağımızdan bir öğretmen geçmişti!
Birden, nöbetçi öğretmenin beni çağırdığını gördüm!.. Koşarak... Ne koşması, uçarak gittim yanına... Ama, öğretmenin kıta sahanlığına girdiğimde durumun hiç de hoş olmadığını anladım!.. Nöbetçi öğretmen sert bir dille sordu:
- Ne var ceplerinde?..
Pantolonumun ceplerinde şişkinlik vardı... Hiç tereddüt etmeden dışarı çıkardım ceplerimdekileri... Kumaş parçaları!.. Rengârenk kumaş parçalarıyla doluydu ceplerim!.. Babam, Terzi Tuncay, dikiş makinesinde çalışırken, yere düşen kumaş parçalarını toplamak apayrı bir keyifti benim için. O kumaş parçalarını eve getirir, dünya haritasındaki ülkeleri üstlerine çizerdim. Sonra, her ülkeyi sınırlarından makasla keserdim: Japonya, Peru, Fransa, Kenya, Hindistan... Rengârenk ülkeleri ceplerime doldurduğumda tüm dünyayı yanımda taşıdığım hissine kapılır ve çok mutlu olurdum... Bir terzi çocuğunun başka ne oyuncağı olabilirdi ki!?..
Nöbetçi öğretmen beni anlamıştı sonunda!.. “Bunlar var öğretmenim” diyerek uzattım, avuçlarıma aldığım kumaş parçalarını...
Dünya parçalandı, tüm ülkeler gökyüzünde savruldu aniden!.. Hayır, büyük bir göktaşı çarpmamıştı dünyaya... Çarpan, nöbetçi öğretmenin tokatıydı!.. Kulaklarım uğuldarken sert bir ses duyuluyordu: “Bir daha bu pis şeyleri okula getirme... Git, çöpe at paçavraları...”
Mevsim sonbahardı... Okulun ilk günleriydi... Siyah renkli önlüğümle karga yavrusu gibiydim!..
Sonbaharda yaprakların sararması hüzündür, derler ya, yaşadığım bu olay o yapraklar gibi bir şeyleri kuruttu yüreğimde... Çocukların koştuğu bir okul bahçesi görsem, her seferinde gözlerim dolar, kumaş parçalarını yerden toplayıp çöpe atarken, kimi arkadaşlarımın alaycı gülümsemelerini duyar gibi olurum... Sonbahar, dünyayı çöpe attığım mevsimdir!
Oysa, sanat etkinlikleri sonbaharla birlikte çoğalır... Perdeler açılır, müzelere ziyaretçi akını yaşanır, yeni kitaplar raflardaki yerini alır... Sıcağı sevmeyen ben, bir sonbahar çocuğuyumdur... Üstelik, ciğerlerine nefesi ilk kez bir sonbahar gününde dolduran bir çocuk... Doğum günümü 1980 yılından beri kutlamıyorum... Çünkü, 12 Eylül gününde doğmuşum, ne yazık ki!..
Sonbaharla ilgili güzel, neşeli bir şeyler yazayım dedim, tiyatrodan, kitaptan, müzeden bahsettim ama olmadı, yine kötü bir anı çıktı karşıma: 12 Eylül!..
Doğum günümü kutlamıyorum ama doğduğum yılı çok seviyorum. Doğum yılım 1962... Neden mi çok seviyorum?..
Çünkü, yalnızca 62’den tavşan yapılır!..
Sunay AKIN - Cumhuriyet/Dergi-18 Ekim 2009
Hiç yorum yok...