Hapsolduğu bedene sığamayan, her daim üretken, çalışkan, gayretli olan kişiler vardır. Ve bu tür kişiler ne kadar yaşlanırsa yaşlansın çabaları devam eder. Bu durumun hekimlikteki adı nedir?
Yaşlılık, orta yaşlılık, ileri yaşlılık tıpta hangi sınırlarla tanımlanır? Günümüzde insan ömrü ne kadardır? Bunu belirleyen nelerdir?
Bölgesel, kültürel, sosyal ilişkiler, beslenme alışkınlıkları, yaşam biçimi insan ömrü üzerinde ne kadar etkili olur? Sert, acı ve geri dönüşsüz finali geciktirmenin yolları nelerdir? Dolu dolu yaşanmış kısa bir ömür mü, boşa harcanmış upuzun bir ömür mü daha saygındır? Perdenin inmesini geciktirecek en önemli etmenler nelerdir? Bu sorular uzun süredir gündemimdeyken bir dostumun üniversitede sosyoloji eğitimi alan kızına hocası “huzurevleriyle” ilgili bir çalışma konusu vermiş, o da bana gelince yazımı daha fazla geciktiremedim.
Yıllar önce 24 Kasım Öğretmenler Günü nedeniyle daha çok emekli öğretmenlerin kaldığı bir dinlenme evine davet edilmiştim. Konuşmamın bitiminde yanıma gelen emekli bir öğretmen bana şunları anlatmıştı: “Artık herkesi yorduğunu düşünen, çevrenin soran ve sorgulayan bakışları arasında bunalan, en çok da kendisi yorulan ve pilin tükenmesi için sessizce dua eden biri oldum. Oysa bir zamanlar atandığı her yere coşkuyla giden, çalıştığı yıllara emeğini, bilgisini katan, öğrencileriyle çok iyi ilişkiler kurabilen başarılı bir öğretmendim.”
Donup kalmıştım. Şimdi ölümü özleyen, hatta onu davet eden bu kişi, yıllar önce koşarak derslere giren, karatahta başında heyecanla ders anlatan, öğrencilerine yepyeni ufuklar açan biriyken bu duruma niye gelmişti? Onu buna iten neydi? İlgisizlik mi, vefasızlık mı?
Onu dinlerken, kendi aile büyüklerim aklıma gelmişti. Pırıl pırıl zekâsı, bilgisi ve inanılmaz esprileriyle babamı anmıştım. Son anına kadar elinden gazete düşmeyen, dernek çalışmalarını aksatmadan yürüten annemi anımsamıştım.
Tam anlamıyla “Ağaçlar ayakta ölür” dedirten dayılarımı, amcalarımı hatırlamıştım.
Sonra da kendi kendime zehir zemberek çalışan zihinleriyle, ona koşut pırıl pırıl akıllarıyla yıllara meydan okuyanlar niye yaşlansın ki demiştim. Ya da 100 yaşa delikanlı üslubuyla ve bakış açısıyla varanlara niye yaşlı denilsin ki diye düşünmüştüm. Eğer ortada bir vefa sorunu yoksa!
Doğru! Büyümek, oyun oynamamak demekti.
Ama oyun sadece çocuklukta oynanmıyordu ki. Gün geliyor hayat sizinle oyun oynamaya başlıyordu. Hele de hayatın her alanda alabildiğine yeşil, vefanın tedavülden kalktığı, umudun mavisinin de Kafdağı’nın arkasında olduğu bir dönemdeyseniz. Ha yatağında ölmüşsün. Ha sert, çok sert olaylarla karşılaşarak yavaş yavaş ölüyorsun. Ne fark ederdi ki?
Neşe DOSTER
Hiç yorum yok...