Sevgili,
Bildiğin gibi, pazarları, hem günlük politikanın boğuntusundan kaçmaya, hem de iç karartıcı konulardan uzak durmaya çalışıyorum. Hele bir aradan sonra, “şeamet tellalı yine döndü” dedirtmemek için, güzel şeyler yazmak gerekliliğinin farkındayım.
Ama kafa sarsıntımızın, yer sarsıntısının neden olduğundan çok daha fazla yıkıma yol açtığı depremlerden sonra bir şey olmamış gibi de davranılamazdı.
Bayramın üçüncü gününde, her üçümüzün de gençliğinden kalma “Yekta” da, Yiğit Okur ve Atila Alpöge ile birlikte akşam yemeği yerken Yiğit Ağabeyimizin anıları dolayısıyla 1939 Erzincan depremine geldi konu.
Yiğit Okur, ikinci ve hatırladığı doğumu olarak nitelediği 27 Aralık gecesini şöyle anlatıyor:
“...Beni ağır ağır çekti enkazın altından, dışarı çıkardı. Sonra kucağına alıp ayağa kalktı.
Çocuk başımı omzuna yasladım. Ceketi ıslaktı, tütün ve ter kokuyordu. Bu kokuyla aramdaki mesafe yetmiş yılı çoktan aştı. Ama hâlâ belleğimde. Genç bir adam olmalıydı. Ne adını bildim, ne yüzünü. Konuşmadım, konuşmadı. Tuğla, kerpiç, kırılmış tahta ve marsık yığınlarından oluşmuş moloz tepeciğini düşe kalka indik...”
***
Şöyle sürdürüyor, 27 Aralık 1939 gecesi enkazın altından yeniden doğan yazar:
“...Toprak diz boyu kardan bembeyaz. Gökyüzü alabildiğine karanlık, karanlığa yansıyan, karanlığı sarmalayan yangın kızıllığı. Diz boyu karın üzerinde bütün Erzincan Ovası gecenin içinde yanıyordu. Bitip tükenmek bilmeyen çocuk ve kadın çığlıkları dolduruyordu geceyi. Gece, siyah, beyaz, kızıl..
Mahkûmun omzundan bakıyorum, ne söğüt, ne kavaklar, ne bahçe duvarı... Hepsi yok olmuş. Karın üzerinde bir düzlük ve yer yer enkaz yığınları...
Mahkûm yere çömeldi, oturmadı, beni dizleriyle gövdesi arasına aldı. Çok genç olmalıydı. Hiç konuşmadı. Konuşmadım. Öyle durduk. Gökyüzünün siyahını koca alevler yalıyor, Erzincan yanıyordu.
Bir şehrin nasıl yandığını yanarken ilk kez görüyordum. Son görüşüm de bu oldu...”
O gecenin asıl kahramanı, daha sonra Bursa’da savcı iken Nâzım Hikmet’i izinle otele bırakan, 1950’den sonra DP milletvekili ve bakan olan, ilk tayin olduğu Erzincan’da, mahkûmlara çağdaş bir cezaevi yaptırdığı sırada, deprem olunca, hemen şantiye barakasına koşup, onları ellerindeki aletlerle kurtarma işlerinde kullanan, sonra da hepsini af ettiren savcı İzzet Akçal’dır.
Yiğit Okur, idam mahkûmu olduğundan maada ne adını ne yaşını ne de doğru dürüst yüzünü bildiği, kurtarıcısını bir daha hiç görmeyecektir. Yalnız yıllar önce, bu olayı anlatan, bir röportajın yayımlanmasının ardından bir mektup alır.
***
Mektupta şunlar yazmaktadır:
- Babam 39 depreminde, Erzincan mahpusanesindeydi. Seni ölümden kurtaran o olmalı. Ben de Nevşehir mahpusanesindeyim. Sen de beni kurtar.
Sorma Sevgili, “gerçekten o muymuş?” diye, bilmiyorum. Bu öyküyü anlatmamın nedeni de o sırada önemi olmayan, zamanla anlam kazanan başka bir şey zaten.
Okur ailesi, daha sonra depremden kısa süre önce Erzincan’a kadar ulaştırılan demiryolu ile kentten ayrılacaktır... Küçük Yiğit’in, tren doğduğu kentten uzaklaşırken son gördüğü, sarı yontma taştan gar binasıdır.
1936’da yapılmış gar sekiz şiddetindeki depreme dayanmıştır.
Ve şimdi bu olay bizi şaşırtmaktadır. Çünkü o binadan yıllar sonra, Van’da yapılan, inşaat teknolojisi geliştikten sonra, depreme karşı sağlamlaştırılan koca otel çökmüş, altında kalanlar ölmüştür.
“O iki bina arasında ne fark var?” sorusunun yanıtı ise açıktır:
- Birincisi anayurdu dört baştan demirağlarla ördüğümüz “demirağlar çağı”, ikincisi de “örümcek ağları çağı” zihniyetinin ürünleridirler. Fark budur!
Ali SİRMEN
13 Kasım 2011 - Cumhuriyet
Hiç yorum yok...