Bir zamanlar biz de Süleyman idik.
Ateşe, yere, göğe, hükümran idik.
Sanma ki, Sultan Süleyman idik,
Balatda kayıkçı Süleyman idik.
Güzel geçmişin ne güzel ifadesidir bu dize. Biz de, zaman zaman anımsar, gerektiğinde, bu dizelerin açtığı gönlü hoş eden kapıdan gireriz.
Oh... der, bir soluklanıp, eskiden ne keyifli idik diye, iç geçiririz değil mi? Ne o keyifler kaldı, ne güzellikler. Oysa gelen her gün bir dolu yenilikler getiriyor. Lastik ayakkabıdan, marka marka “kes” dediğimiz güzel ayıkkabılara terfii ettik. Mermer yumurtalarda örülen kara çoraplardan, renk renk çoraplarla donandık. İnce gazete kağıdına sarıp içtiğimiz tütün çeşit tipte filtreli sigaraya dönüştü.
Ancak, gelelim günümüze, her şey var, ağzımızın tadı yok, gönlümüzün sazı yok. Dükkanını siftahsız kapatan esnaf, ay sonunu getiremeyen memur, işini kaybeden işçi, şaşkın ördek gibi tersten dalıyor göle artık.
Tuzu kuru olanların söylediği tünelin ucunda ışık göründü şarkısı çok bet geliyor kulaklarımıza. Gravatla sınıf değiştiren, oturduğu oturakla, karakteri değişen selam vermekle, karnımızı doyurduğunu zannedenler, hoş günümüzü boş güne çeviriyor.
Sonuçta gülmeyi zaten bilmezdik ve de unuttuk. Hele hele bizleri güldürmeyi bilen bizden olan bizim, sanatçılarımızı da birer birer kaybettikten sonra, gülmek iyice hayal oldu gibi geliyor.
İşte büyük usta Aziz Nesin güzel insan Kemal Sunal. İnsana Kemal Sunal’ın ölümü dün gibiymiş gibi geliyor. Halbuki beş yıl olmuş. Ne de geçiveriyor zaman bir göz kırpışımızda.
Afedersiniz gülmeyi unuttuk dedim. Hayır, hayır unutmadık; ağlayacak halimize hep gülüyoruz ya...
Aziz Hoca’nın ölümünü de kaç beş yıl olsada unutturamıyor hayat. Onlar bizim gönlümüzde hep yaşıyor, yaşacak da. Size, büyük usta ile beraber olduğumda bana verdiği bir dersi anlatmak istiyorum. Gelin paylaşalım...
Yıl 1978, Antalya, Altın Portakal Yarışması yapılıyor. Aziz Usta’da festivale gelmiş.
Ben de o tarihlerde Antalya TRT Program Müdürüyüm. Bir gün hocayla yemeğe gitmeye niyetlendis. Lara’da, Lara Otel’in yanında, denizin kıyısı, fakat dışarıdan lokanta olduğu anlaşılmayan bir yer.
Hoca, rahat olalım, kalabalık olmasın, dedi.
Gittik, yedik, içtik, hava kararmadan kalktık. O tarihlerde benim 69 model bir Anadol’um var. Gelirkende onunla gelmiştik.
Bindik arabamıza, bilenler bilir... O zaman yol, tenha ve bozuk (Şimdi Antalya’nın en kalburüstü yerleri). Omuzuma tık tık hoca vuruyor. Döndüm, hocam buyur dedim.
Amerika’da, bir adam, hem kaptanmış hem pilotmuş, hem de paraşütçü. Ne var ki, bütün uğraşılarına karşın arabayı uçuramamış, dedi.
Bir de baktım bizim Anadol 120 km. ile koşuyor!...
Usulca ayağımı gazdan kestim.
İşte sevgili dostlar, bu ustalar insana yolu, böyle ışıkla gösterirler.
Gülersiniz ama, ağlama yerine değil, düşünerek...
Sağlıcakla kalınız...
Hiç yorum yok...