Göç kavramının tanımını insanın bir coğrafya içerisinde ya da coğrafyalar arasında hareketliliği ve bu hareketin neden olduğu nüfus dinamiği olarak alıntılayan Kara ve Korkut (2010)’a göre göç “(az veya çok) bireylerin ya da grupların sembolik veya siyasal sınırların ötesine, yeni yerleşim alanlarına ve toplumlara doğru kalıcı hareketi” olarak da ifade edilmektedir. Gökçan (v.d., www.multeci.net) göçü yaşam koşullarının değişmesi ve buna bağlı yeni gereksinimlere paralel olarak toplumsal yaşamda da bir takım değişiklikler yaratması durumu olarak ele almakta, böylelikle insanın maddi yaşam koşullarını ve ruhsal yapısını şekillendiren fiziksel çevresinden kopuş olarak alıntılamaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında da göçün “kişinin fiziksel çevreden kopuşunun zorunlu olduğu durum ve zamanlarda, çoğu zaman geri dönüşü kolay olmayan ve kişinin kendi fiziksel ve dolayısıyla ruhsal çevresinden ayrılmasına yol açan bir süreç özelliği” gösterdiği iddia edilmektedir (Gökçan v.d., www.multeci.net).
Kara ve Korkut (2010) ise günümüzde gerçekleşen göçlerin artık bir tercih değil zorunluluk olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. Buna göre göç, yerinden olma (ya da edilme) kavramları ile karşılık bulmaktadır (Kara ve Korkut, 2010). Zorla yerinden edilme olarak ifade bulan göç kavramı ile birlikte mültecilik, sığınmacılık, yerinden edilenler, vatansızlar gibi başka kavramlarında bu kitlesel insan hareketlerini tanımlamak amaçlı ortaya çıkışı da göç kavramının yeniden değerlendirilmesini zorunlu hale getirmektedir.
Ekşi (2002) insanlık tarihinin, milyonlarca insanın ülkelerinden bir şekilde sürgün edildiği ya da kaçtığı örneklerle dolu olduğunu belirterek bu anlamda Yirminci yüzyıl boyunca karşılaşılan bu kitlesel insan hareketlerine “İspanya İç Savaşı sırasında kral taraftarı İspanyollar, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupalı Yahudiler, eski Sovyetler Birliği döneminde Ruslar, Vietnam Savaşı yıllarında Kamboçyalı ve Vietnamlılar, Humeyni rejiminden kaçan İranlılar, son yıllarda Etiyopya, Kamboçya, Mozambik, Küba, Ermenistan, Tibet ve Irak’dan kaçanlarla birlikte” 43 milyon insanın başka ülkelere sığınmış ya da göç etmiş olmasını örneklemektedir. Buna göre, göç kavramı içerisinde incelenen kitlesel nüfus hareketleri, insanlığın var olduğu dönem¬lerden günümüze bir çok defa benzer ya da farklı nedenlerle ve farklı halkların yaşadığı bir ol¬gu olarak ifade edilmektedir (Kınık, 2010). Göç olarak adlandırılan bu kitlesel nüfus hareketlerinin nedenleri Kınık’a (2010) göre daha çok “doğal ya da insan eli ile oluşan afetler, üretim ve yaşam tarzı değişiklikleri, iklim değişiklikleri, ekonomik ve politik sebepler” gibi genel başlıklar ile ifade edilebilir. Buna bağlı olarak, bu nüfus hareketlilikleri, gönüllü olarak gerçekleştirilebileceği gibi kimi zaman da zorunlu veya zorla olabilmekte, aynı zamanda herhangi bir ülke içerisinde (iç göç) olabileceği gibi ülkeler arasında da (uluslararası göç) gerçekleşebilmektedir.
Türkiye’nin bulunduğu bölge her zaman dile getirildiği gibi hem fiziki şartları ve özellikleri ile hem de önemli siyasi, ekonomik ve sosyal olaylara ev sahipliği yapması ve dünya gündemini yönlendiren gelişmelere çok sık rastlanması sebebiyle önemli bir coğrafyadır. Başta Orta Doğu ve Kafkaslarda yaşanan gelişmeler olmak üzere oldukça dinamik ve değişken bölgesel olaylara gebe olan bu coğrafyada her sabah uyandığımızda yeni ve kimi zaman öngörülen kimi zaman ise genel anlamda öngörülemeyen gelişmelerle karşı karşıya kalmak sürpriz olmamaktadır.
Coğrafi konumu itibari ile önemli ve ciddi depremler oluşturan fay hatlarının bulunduğu ülkemizde tarih boyunca oluşan depremlerin yol açtığı ağır hasarlar ve sonuçları bir çok defa karşı karşıya kaldığımız durumlardır. Bunun yanında sel, toprak kayması, fırtına, kuraklık, yangınlar v.b. bir çok doğal afet yine ülkemizde ve bölgemizde karşılaşılan fiziksel ve iklimsel koşullara bağlı diğer bazı felaketlerdir. Yaşanan doğal afetlerin ekonomik ve fiziksel sonuçları yanında bir de uzun vadede etkileri daha çok hissedilebilecek olan sonuçları bulunmaktadır. Özellikle afet sonrası harap olan ve bir daha da yenilenmesi mümkün olamayan yerleşimlerin hem yöre insanınca hem de yetkililerce başka güvenli bölgelere taşınması ya da terk edilmesi talepleri neticesinde önemli yer değiştirme ve göç hareketleri yaşanabilmektedir. Dolayısıyla yaşanan geniş ölçekli ve şiddetli afetler sonrası ortaya çıkan iç göç hareketleri bu afetlerin bir sonucu olarak görülebilir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın özellikleri itibari ile sadece doğal kaynaklı olmayan aynı zamanda insan yapımı bir takım afetlerle de karşılaşmak oldukça olasıdır. Bu afetlerin başında gelenleri ise bölgesel çatışmalar, savaşlar, iç huzursuzluklar, isyanlar ve bunların neticesinde yaşanan kitlesel göçler olarak saymak mümkün olabilir.
Kitlesel yer değiştirmeler ya da göçler sadece bölgenin değil, tüm dünyanın karşı karşıya kaldığı önemli bir sorundur. Afrika’dan Asya’ya, Amerika kıtasına kadar bir çok yerde bölgesel çatışma ve huzursuzluklara bağlı olarak yaşanan göç olayları ile sıklıkla karşılaşılmaktadır. Bu göç olaylarının ortaya çıkardığı en önemli ve birincil etki ise ciddi miktarlarda insan yığınının mülteci ya da sığınmacı olmasıdır. Afrika ülkelerinde yaşanan huzursuzluklar ve bölgesel çatışmalar-savaşlar neticesinde bir çok ülkede mülteci kamplarında zor şartlarda yaşam mücadelesi veren çok sayıda insan bulunmaktadır.
Bulunduğumuz coğrafyada da geçmişte yaşanan savaş ve çatışmalara bağlı insan kaynaklı afetler neticesinde ortaya çıkan mülteci toplulukları ve büyük göç hareketleri görülmüştür. Halen daha geçmişte yaşanan ve kimi yerlerde sürmekte olan huzursuzluklar neticesinde mülteci olarak yaşamakta olan çok sayıda insan bulunmaktadır. Bulgaristan ve Yunanistan’dan ülkemize yönelik göç hareketleri özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası yaşanmıştır. 1950-60 ve 70’li yıllarda Yunanistan ve Bulgaristan üzerinden bir çok Türk kökenli insan zorla veya kendi istekleri ile Türkiye’ye göç etmişlerdir. 1980 sonrası da yine Bulgaristan’da karşılaşılan iç huzursuzluklar ve baskılar neticesinde çok sayıda Türk kökenli insan ülkelerini terk ederek Türkiye’ye sığınmışlardır. Dağılan eski Yugoslavya sınırları içerisinde oluşan yeni devletler arasında yaşanan çatışmalar ile birlikte 20. Yüzyılın son çeyreğinde yaşanan insanlık dramları neticesinde çok sayıda Bosna-Hersek’li mülteci olarak başta Türkiye olmak üzere çeşitli ülkelere göç etmiştir. Bu dönemlerde ülkenin farklı coğrafyalarında göçmenler için toplu konut alanları inşa edilmiş ve bu göç hareketleri ile gelen vatandaşlar buralara yerleştirilmişlerdir. Halen daha bir çok bölgede Göçmen Mahalleleri ve Göçmen Konutları olarak adlandırılan bu yapılar yaşanan dramların canlı tanıkları olarak karşımıza çıkabilmektedir.
Siyasi, dini ve ekonomik temelli çatışma ve huzursuzluklar sonucu ortaya çıkan göç olgusuna bölgesel ölçekte tekrar bakılacak olursa, Filistin ve İsrail coğrafyasında yaşanan bölgesel çatışmalar da bu anlamda çok sayıda göçmeni ortaya çıkarmış ve bölgede mülteci kampları kurulmasına neden olmuştur. Yakın geçmişte yaşanan İran-Irak savaşı (1980-1988) ve sonrasında ortaya çıkan mülteciler, Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgali ile başlayan ve iki körfez savaşı neticesinde (birincisi 1990-1991, ikincisi 2003) ortaya çıkan göç hareketleri de bu anlamda önemli mülteci sorunlarına yol açmıştır.
Bölgede yaşanan bu çatışmalarda doğrudan taraf olmamakla birlikte, bazı çatışma ve savaşlara (körfez savaşları gibi) dolaylı desteği olduğu iddia edilen Türkiye ise yaşanan gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerden birisidir. Birinci Körfez Savaşı sonrası özellikle Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmeler neticesinde bir çok Kürt ve Türkmen bulundukları toprakları terk ederek Türkiye’ye sığınmışlardır.
Gerek Cumhuriyet tarihi öncesinde gerekse yakın tarihimizde önemli göç olaylarına tanıklık eden coğrafyamızda yine son gelişmeler ışığında ciddi bir göç hareketi kaygısı bulunmaktadır.
Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da başlayan, Tunus ile ilk ateşinin yakıldığı daha sonra Mısır ve Libya ile devam eden büyük isyan hareketlerinde bu ülkelerde yaşayan insanlar ciddi olarak etkilenmişler ve önemli miktarda insan göç hareketine başlamıştır. Başta Libya olmak üzere bölge ülkelerinde yaşamakta olan ve sayıları binleri bulan bir çok vatandaşımızda mecburen Türkiye’ye dönmek zorunda kalmıştır.
Türkiye için kaygı verici bir gelişme ise hemen sınırında, yanıbaşında komşusu olan Suriye’de yaşanmaktadır. Tunus ve Mısır’ı kavuran, şu anda ise Libya’da olanca hızıyla devam eden isyan ve çatışmalar Suriye’ye de sıçramıştır. Ancak Suriye’nin Türkiye için önemli bir farklılığı daha vardır. Sınır komşusu olması itibari ile bu ülkede yaşanabilecek çok büyük ve geniş kapsamlı çatışmalar beraberinde ciddi bir göç dalgasını da oluşturabilir. Bu göç dalgasının hedefindeki ülkelerin başında ise Türkiye gelmektedir.
Türkiye’yi bekleyen önemli bir felaketle, göç ve mülteci felaketi ile karşı karşıya kalma riski yüksek görünmektedir. Bu tehlikeli durumun ortaya çıkaracağı riskler ile baş edebilmek için ise Türkiye’nin ilgili kurum ve kuruluşları ile hemen harekete geçmesi gerekmektedir. Bu anlamda potansiyel riskleri azaltacak ya da en azından yönetilebilir bir seviyeye indirecek olan hazırlıkların yapılması gerekmektedir. Eğer bu konuda önceden hazırlanılamaz ve en kötü senaryoya göre bir hareket planı ortaya konulamaz ise çok ciddi insanlık dramları ve başka bir takım olumsuz etkiler ile karşılaşılması sürpriz olmayacaktır. Olası bir göç hareketinin sadece bölge insanına değil tüm ülkeye etkisi olacaktır. Bu etki ise yine sadece sosyal veya psikolojik olmayacak çok ciddi ekonomik ve siyasal dalgalanmaları tetikleme tehlikesi de doğuracaktır.
Suriye’de yaşanabilecek gelişmelere bağlı olarak bölgeden Türkiye sınırına doğru ciddi bir göç hareketi yaşanması durumunda sayıları binlerle hatta onbinlerle ifade edilebilecek insan yığınının sınırımızda çok ciddi insani yardım ihtiyacı doğuracağı rahatlıkla tahmin edilebilinir. Bununla birlikte gerek Orta Doğu’da gerekse Afrika kıtasında yaşanan çatışma ve huzursuzluklar ile ekonomik problemler neticesinde zaten yıllardır süren göç hareketleri ile birlikte son dönemde karşılaşılan bölgesel isyan ve çatışma olayları birleştirildiğinde bu göçün miktarı, hızı ve şiddetinin artacak olması beklenmeyen bir durum değildir. Özellikle Güney bölgelerimize karayolu ile ulaşan göçmenlerin yol açabileceği etkinin fiziksel yapı (geçici ve kalıcı barınma, altyapı, sağlık hizmetleri, sosyal ve kültürel hizmetler, güvenlik hizmetleri v.b.) üzerinde oluşturacağı baskı göz ardı edilmemelidir. Bölgedeki farklı kentlere yönelmesi muhtemel bu göç hareketleri neticesinde zaten yetersiz altyapısı olan bölge kentleri bu anlamda uzun süreli bir mülteci ve sığınmacı yığınını nerelerde ve hangi koşullarda barındırabilecek konusu çok ciddi bir problem alanını işaret etmektedir.
Yaşanması muhtemel insanlık dramlarının önüne geçilebilmesi, hem mültecilerin yaşam ve haklarının korunması hem de ülkemiz vatandaşlarının özellikle bölgede bu göç hareketlerinden doğrudan etkilenmesi muhtemel yöre insanının korunması için önceden tedbirlerin alınması gerekmektedir.
Buna göre böyle bir göç senaryosuna bağlı olarak ortaya çıkabilecek riskleri çok genel anlamda şu şekilde sıralamak mümkün olabilir;
Göç sırasında ve hemen sonrasında ortaya çıkması muhtemel problem alanları:
- Göç bölgesinde büyük miktarda insani yardım ihtiyacının ortaya çıkması (gıda, ilaç, temiz su, hijyen malzemeleri v.b.),
- Göç bölgesinde mülteci durumunda kalması muhtemel afetzedeler için acil ve geçici barınma ihtiyacı (çadır, prefabrik barınak v.b.),
- Gerek göç bölgesinde gerekse ülke sınırlarında ciddi güvenlik problemlerinin ortaya çıkması,
- Göçün nedenlerine yönelik ve göçün yaşandığı ülke ile diplomatik sorunların oluşması,
- Yöre insanının yaşanan göç hareketi nedeniyle karşılaşması muhtemel ekonomik, sosyal ve güvenlik temelli sorunları,
- Göç dalgasının ve ortaya çıkan mültecilerin Türkiye genelinde yaratacağı sosyal ve ekonomik etkiler…
Göç sonrasında ve uzun süreli rehabilitasyon aşamasında ortaya çıkması muhtemel problem alanları:
- Göçmen ya da mültecilerin eğer uzun süreli kalmaları gerekiyorsa buna uygun barınma ve ikamet ihtiyaçlarının ortaya çıkması (geçici ve kalıcı barınma alanları ihtiyacı: toplu olarak barındırılabilecek mekanlar – spor tesisleri, misafirhaneler, barınma alanına dönüştürülebilecek mevcut yapılar v.b.),
- Mülteci veya sığınmacı olarak ülke sınırlarında kalanların sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayacakları mekanlara olan ihtiyaçlar (dini-ibadet mekanları, sosyal iletişim kurabilecekleri alanlar, açık alan ihtiyaçları, alışveriş ihtiyaçları v.b.),
- Mülteci ve sığınmacıların ihtiyaç duyabileceği sağlık mekanları (mevcut potansiyelin buna göre gözden geçirilmesi gerekmektedir),
- Gerek mültecilerin gerekse yöre halkının ve kentlilerin bu mülteci grupları nedeniyle ortaya çıkması muhtemel güvenlik sorunları karşısında ihtiyaç duyulabilecek mekanlar (mevcut güvenlik ve kolluk gücü yapılarının kapasitesi, personelin sayısı ve kapasitesi gibi)…
Dolayısıyla bir afet olmadan önce tedbirlerin alınması ve bu tedbirlere göre mevcut potansiyelin değerlendirilerek eksikliklerin önceden giderilmesi ciddi bir risk yönetimi yaklaşımı olacaktır. Eğer afet olduktan sonra müdahale edilirse ve sadece kriz yönetimi yaklaşımları ile konunun çözümü yoluna gidilirse sonuçlar daha ağır ve çözümler yetersiz olabilir, müdahale ise başarısızlıkla sonuçlanabilir. Kriz yönetiminden risk yönetimine geçilmesi ve olası tehlikenin ortaya çıkaracağı risklerin önceden tespiti ile konuya çözüm üretilmesi gerekmektedir.
Bu çözümü üretme kapasitesi ile bütün sorumluluğu sadece kamu kurumlarına ve kolluk güçlerine bırakmak, problemi sadece güvenlik açısında değerlendirmek hatalı olacaktır. Göç ve mülteci sorununu çok daha geniş bir çerçeveden ve çok aktörlü bir planlama üzerinden yürütmek, buna göre özellikle sivil toplum kuruluşlarının katılımını sağlamak önemli görülmelidir. Zorunlu göç ve mültecilik sorunu bundan sonrada ülkelerin üzerinde hassasiyetle durması gereken bir sorun alanıdır. Eğer doğru yönetilemez ve riskleri doğru belirlenemez ise her zaman bir felakete dönme potansiyeli taşımaktadır. Kentsel planlamadan tek yapı ölçeğine kadar mimarlık alanını da yakından ilgilendiren bu konuda başta mimarlar odası olmak üzere ilgili tüm sivil toplum kuruluşlarına da önemli roller düşmektedir. Özellikle Türkiye gibi doğudan batıya göçün önemli bir güzargahını oluşturan ve önümüzdeki yıllarda da gerek doğal afetler (depremler, seller, küresel iklim değişikliği gibi) gerekse insan yapımı afetler (savaşlar, çatışmalar, siyasi, dini ve ekonomik temelli isyanlar gibi) açısından tehdit edilen toplulukların göç trafiğine sahne olması muhtemel ülkelerin bu anlamda hem ulusal hem de uluslar arası planlama ve stratejiler geliştirmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu yaklaşan tehlikenin olası sonuçları ile ilgili her türlü senaryo değerlendirilmeli ve kurumlar buna göre hazırlıklarını yapmalıdırlar.
Ali Tolga Özden
Araştırma Görevlisi,
ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Ankara
Kaynaklar:
-
Ekşi, A. 2002. Sığınmacı ve Göçmenlerde Psikopatoloji, Türk Psikiyatri Dergisi, Sayı: 13(3), syf. 215-221.
-
Gökçan, G., Açıkyıldız, Ç, Ataman, S. Göç ve Mültecilik, http://www.multeci.net. Nisan 2011’de ulaşılmıştır.
-
Kara, P. ve Korkut, R. 2010. Türkiye’de Göç, İltica ve Mülteciler, Türk İdare Dergisi, Sayı: 467, syf. 153-162.
-
Kınık , K. 2010. Göç, Sürgün ve İltica, http://www.amnesty.org.tr. Nisan 2011’de ulaşılmıştır.
Hiç yorum yok...