Dünya üzerinde yaşayan insanoğlu ve onun yarattığı inşa edilmiş çevre pek çok doğal afetin tehdidi altındadır. Ülkemizi de tehdit eden depremler, seller, toprak kaymaları, çığ, kuraklık vb. doğal afetler için verilebilecek bir kaç örnektir. Bununla birlikte birde insan yapımı afetler vardır. Belki insan kaynaklı ve teknolojik afetler demek daha doğru bir tanımlama olabilir.
İnsanoğlu özellikle 18. Yüzyıl ile birlikte sanayi devriminin güçlü rüzgarını da arkasına alarak dünyamızı baştan aşağı yeniden şekillendirme idealini gerçekleştirmek için son sürat yol almaktadır. İnsanoğlunun teknolojide son yüzyılda kat ettiği yol ise insanlık tarihinin bilinen tüm süreci göz önüne alındığında o kadar hızlı olmuştur ki belki benzetme yerindeyse tüm insanlık tarihini zaman olarak bir saat yani 60 dakika yani 3600 saniye olarak düşünürsek son yüzyılımız bu süreç içerisinde sadece 1 saniyelik bir zaman dilimini kapsayabilir.
Yüzyılımıza damgasına vuran bu ilerleme beraberinde büyük tehlike ve risklerde getirmiştir. Atomu parçalayan insanoğlu 1945 yılında bu büyük buluşunu bir afete çevirmeyi başarmış(!) ve atom bombası felaketi ile insanlığı karşı karşıya bırakmıştır. Aynı şekilde nükleer enerjiyi kullanarak büyük bir enerji kaynağı yaratan insanoğlu Çernobil’de bu kaynağın nasıl bir felakete neden olabileceğini görmüştür. Ülkemizde meydana gelen 1999 Marmara depreminin acıları henüz taze iken bu afeti sadece doğal bir olay olarak tanımlamak mümkün olabilir mi? Elbette depremi oluşturan nedenler doğal kaynaklı hareketler olarak ifade edilebilir. Ancak yer kabuğunda meydana gelen bu doğal hareketlerin etkilerinin insanoğlu için yıkıcı olmasında hiç mi bizlerin payı yoktur? Fay hatlarına yapılan binalar, denetimsiz ve güvensiz yapılar, kaçak inşaatlar, kontrolsüz kentleşme ve sonucunda içinden çıkılamaz hale gelen estetik kaygılardan uzak beton yığını kentlerin hiç mi payı yok bu afetlerde?
Son yıllarda dünya gündemine oturan en önemli afet riski de bilindiği üzere küresel iklim değişikliği ve bunun sonuçlarıdır. İklim değişikliğinin ortaya çıkardığı önemli bir gerçekte küresel ısınma, kuraklık gibi etkilerdir. Birbirleriyle bağlantılı, iç içe geçmiş tüm bu olgular bize tek bir gerçeği işaret etmektedir. Dünya hızla sadece insanoğlunun değil pek çok canlının yaşayamayacağı bir yer haline gelmektedir. Ünlü bilim adamı Einstein’ın bir düşüncesi bu gerçeği tüm çıplaklığı ile bize göstermektedir. Einstein’a göre eğer dünya üzerinde yaşayan arılar yok olmaya başlarsa bu artık insanlık için yok oluşun bir işaretidir. Einstein’ın bu fikri bir teori midir yoksa sadece bir felaket senaryosu mudur bilinmez ama bilinen bir gerçek varsa son yıllarda dünya basınında ve ülke basınında da yer aldığı üzere gerçekten dünya üzerinde yaşayan arı türleri hızla yok olmaya başlamıştır. Küresel iklim değişikliği bilim adamlarınca doğal bir süreç olarak kabul edilmekle birlikte bu süreci daha da ağırlaştıran ve hızlandıran dış etmenlerin varlığı bilinmektedir. İnsanoğlu ve onun faaliyetleri bu süreçte en büyük tetikleyicilerin başında görünmektedir. Doğaya bırakılan zararlı gazlar dünyada hızla artan sera etkisini tetiklemekte ve bununla birlikte havamızı, karalarımızı ve denizlerimizi hızla kirletmekteyiz. Eriyen buzullar ve yok olan tatlı su kaynakları bu süreçte karşımıza çıkan bir kaç felaket habercisinden bazılarıdır.
Dünya üzerinde hızla artan aşırı yağışlar ve bunalara bağlı olarak ortaya çıkan seller, toprak kaymaları her yıl binlerce insanın ölümüne neden olmaktadır. İklimsel değişikliğin önemli etkisi olarak görünen bu anormal atmosfer hareketleri tüm kentleri tehdit etmektedir. Özellikle Türkiye’de ki altyapısı çok eksik olan ve kontrolsüz bir şekilde büyüyen kentler daha büyük risk gruplarını barındırmaktadır.
Kuraklık ve temiz su kaynaklarına ulaşamamak dünyada yaşanan ve etkileri artık apaçık günışığına çıkan bir gerçekliktir. Hatta su kaynaklarının hızla azalması üzerine farklı senaryolar üretilmekte ve dünyamızı yakın bir gelecekte büyük su savaşlarının beklediği aktarılmaktadır. Ülkemiz, temiz su kaynaklarına olan ihtiyacın her geçen yıl daha da arttığı ülkelerin başında gelmektedir. Her yaz ve hatta kış aylarında yaşanan kuraklıklar artık yıldan yıla etkilerini daha da arttırmaktadır. Düzensiz yağışlar ve bu yağışların kimi bölgelerde aşırı şekilde oluşması ile yaşanan seller ülkemizin artık bir gerçeği haline geldi. Özellikle yaz aylarında yaşanan kuraklık neticesinde su kaynaklarının hızla tükenmesi, barajların ve akarsuların su seviyelerinin son derece düşük noktalara gerilemesi ile yeni su kaynakları bulma arayışalarıda hızlandı.
Ankara’da coğrafik olarak oldukça kurak bir bölgede yer almaktadır. Yaşanan kuraklık ve susuzluğun en çok etkilediği kentlerin başında gelmektedir. Kentin su ihtiyacını karşılayan barajların su seviyesi artık ölçülemez noktalara gerilemiştir. Yağış miktarının çok çok azaldığı bölgede tarımsal faaliyetler için gereken suyun yanında kent sakinlerinin temiz su ihtiyaçlarıda karşılanamaz hale gelmiştir. Bu nedenle kent için yeni temiz su kaynakları bulunmaya çalışılmakta, bu yönde projeler üretilmeye çalışılmaktadır.
Ankara için özellikle tarımsal faaliyetlerde ve kent içerisinde başta park ve bahçeler olmak üzere çeşitli sulama faaliyetlerinde kullanılmak üzere gereken suyun temininde son yıllarda en çok gözlenen yöntem artezyen sularının kullanılmasıdır. Bir yer altı suyu çeşidi olan artezyen, Ankara şehrinde sıklıkla görmeye başladığımız artezyen kuyuları ile kentlilerin yaşamının önemli bir parçası haline gelmiştir.
Yer altı suyunu yağış olarak yeryüzüne düşen ya da yeryüzünde bulunan suların, yerçekimi etkisiyle yerin altına sızıp, orada birikmesiyle oluşan sular şekilinde tanımlamak mümkün olabilir. Yer altı suyunun oluşabilmesi için beslenme ve depolanma koşullarının uygun olması gerekir. Yer altı suyunun beslenmesini etkileyen en önemli etmen yağışlardır. Depolama koşulları ise yüzeyin eğimine, bitki örtüsüne ve yüzeyin geçirimlik özelliğine bağlıdır.
Bol yağışlı ve zemini geçirimli taşlardan oluşan alanlarda yer altı suyu fazladır. Az yağış alan, eğimi fazla ve geçirimsiz zeminlerde ise, yer altı suyunun oluşumu zordur. Kum, çakıl, kumtaşı konglomera, kalker, volkanik tüfler, alüvyonlar, geçirimli zeminleri oluşturur. Bu nedenle alüvyal ovalar ve karstik yöreler yer altı suyu bakımından zengin alanlardır. Kil, marn, şist, granit gibi taşlar ise geçirimsizdir. Yer altı suyu oluşumunu engeller. Yeraltında biriken sular; Taban suyu, Artezyen, Karstik Yeraltı Suyu olarak çeşitli sınıflara ayrılır (kaynak: http://www.karadenizliyiz.org/forum/showthread.php?t=9015).
Artezyen olarak nitelenen sular basınçlı yeraltı sularıdır. İki geçirimsiz tabaka arasındaki geçirimli tabaka içinde bulunan sulardır. Tekne biçimli ovalar ve vadi tabanlarında bu tür sular bulunmaktadır. İç Anadolu Bölgesi artezyen suları bakımından zengindir.
İşte bu kaynağı kullanmak isteyen yetkililer ve vatandaşlar Ankara’nın çeşitli yerlerine artezyen kuyuları açmışlar ve her gün tonlarca suyu yer altından çekerek kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu kullanım ne kadar kontrol altındadır? Acaba hergün yer altından çekilen suyun miktarı bilinmekte midir? Bu yönde yetkililerin elinde herhangi bir veri bulunmakta mıdır? Yer altı suyunun potansiyeli, tahminide olsa sahip olduğu rezerv bilinmekte midir? (Keza petrol sahibi ülkelerde sahip olunan yer altı petrol rezerv miktarları aşağı yukarı hesaplanabilmektedir, dolayısıyla artezyen suyunun miktarıda benzer şekilde tahmin edilebilir mi?) Kullanılan yer altı suyunun tekrar kendini yenilemesi mümkün olabilmekte midir? Eğer bu mümkün değil ise elimizdeki rezervler ne kadar bir süre yetecektir?
Yukarıdaki sorular ve benzerleri daha da çoğaltılabilir. Ancak bu noktada asıl sorulması gereken bir başka soru bulunmaktadır. Yer altı sularının yer yüzüne çekilmesi ve kullanılması neticesinde yer altında bu suların bulunduğu alanların boşalması ile bir tehlike oluşmakta mıdır? Böyle bir tehlikenin varlığından söz etmek, hatta bu tehlikenin ortaya çıkaracağı risklerin sonuçlarını önceden tahmin edebilmek mümkün müdür?
Bu konuyu bir örnek olay ile daha da aydınlatmak ve ulaşılmak istenen neticeyi daha anlaşılır hale getirmek mümkün olabilir. İzmir’de bulunana Atatürk Organize Sanayi Bölgesi (AOSB) 2002 yılında çöküyor. Bu çökme ekonomik anlamda değil fiziksel bir olaydır. Organize sanayi bölgesinin kurulu olduğu alanda toprak 2-3 metre çöküyor
(kaynak: http://www.arkitera.com/v1/haberler/2002/05/24/cigli.htm). Elbette bu çökme bir anda olmuyor. Bölgeye yapılan sanayi tesisleri özellikle 1980’li yıllardan itibaren artan su ihtiyaçlarını karşılamak üzere artezyen kuyuları açıyorlar. Ancak kontrolsüz bir şekilde kullanılan bu kuyular ciddi bir afete neden oluyor. Özellikle 1998 yılından itibaren bölgede zeminin yavaş yavaş çöktüğü gözleniyor. 2002 yılında ise bu çökmenin boyutunun 3 metreye kadar ulaştığı ODTÜ’ye bağlı öğretim üyelerinin raporu ile belirleniyor. Bu rapor aynı zamanda bölgenin 10 yıl içerisinde 2 metre daha çökeceğini belirtiyor. Prof. Dr Orhan Erol tarafından hazırlanan rapor, 22 Mart 2002 tarihini taşırken, çökmenin bölgede fabrikaların yılda 3 milyon metrekübü aşan yeraltı suyunu kullanmasından kaynaklandığı belirtiliyor. Bölgede faaliyet gösteren 440 fabrika su ihtiyacını 130 artezyen kuyusundan karşılıyor. Su kullanımı 1980'li yıllardan itibaren her yıl artan miktarda devam ediyor. Özellikle gıda sektöründe faaliyet gösteren firmalar büyük oranda su tüketiyor. Yılda 3 milyon metrekübün üzerinde yeraltından su çekiliyor. Yeraltından suyun çekilmesine bağlı olarak oluşan boşlukların hareketlenmesi ile de çökme meydana geliyor, 1998 yılında bu çözme 2 metre seviyesine ulaşırken, 2002 yılında çökme 3 metreye ulaşıyor.
Zeminin çökmesi nedeniyle meydana gelen kod farkı yüzünden 2002 Ocak ayında yaşanan sel felaketinde bölgede 63 fabrika sular altında kalırken, yaklaşık 50 trilyon lira zarar meydana geliyor. Sigorta şirketleri de bölgede sigorta primlerini artırırken, yaptığı anlaşmalarda meydana gelen zararların tümünü karşılamamak üzere ek madde ilave ediyorlar. Bölge, denizden karaya doğru tabaka halinde ters bir eğilimle kayıyor. Organize Sanayi Bölgesi’nde (OSB) bazı sokaklarda yollarda çökmeler görülürken, denize doğru akması gereken oluklar da su, kara tarafına doğru akmaya başlıyor.
(kaynak: http://www.arkitera.com/v1/haberler/2002/05/24/cigli.htm)
Çözüm olarak ise, çökmenin önüne geçmek için öncelikle yeraltı suyu kullanınımın kontrol altına alınması gerekiyi belirtiliyor. Özellikle yeni yerleşime açılan sanayi parsellerinde yeraltı suyu çekiminin sınırlandırılmasının şart olduğu aktarılıyor. Yeraltı suyu yerine bölgeye başka kaynaklardan ucuz su getirmek gerekiği belirtiliyor. Menemen yakınlarında kurulacak bir barajdan bölgeye su getirmek için bir proje yürütülüyor. Ayrıca çok su kullanan firmaların bölge dışına çıkarılması da düşünülüyor.
Görüldüğü üzere, çok değil bundan sadece 6 yıl önce İzmir’de böyle bir felaket yaşanmıştır. Bu felaketin insan kaynaklı olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Aynı durum Ankara içinde söz konusu olabilir mi? İşte daha önce sorulan sorularda aslında bunun cevabı aranmaya çalışılmaktadır. Ankara’da hem büyükşehir belediyesinin hemde vatandaşların açtığı artezyen kuyularında kullanılan suyun miktarı bu yüzden çok önemlidir. Ayrıca bu suyun ne kadar kontrollü kullanıldığıda aynı şekilde önemlidir. Artezyen kuyularının bulunduğu bölgelerde çok yoğun bir kentsel doku bulunmaktadır. Belkide yer altı sularının çekildiği zeminin üzerinde tonlarca ağırlığında binalar, alışveriş merkezleri, konutlar, iş merkezleri bulunmaktadır. Hatta bu alanların üzerinden otoyollar geçmekte ve bu yollar hergün tonlarca ağırlıkta araçların, kamyonların, tırların geçiş güzergahını oluşturmaktadır. Boşalan yer altı su alanları kendisini yenileyememektedir çünkü kent bu alanları besleyecek yer üstü su kaynaklarından ve yeterli yağıştan yoksundur. Doğa bir şekilde kendisini dönüştürmektedir. Elbette doğada hiç bir şey boşluk kabul etmez felsefesinden yola çıkılacak olunursa, yer altı sularının boşalttığı alanlarda doğa tarafından bir şekilde doldurulabilir öngörüsüne ulaşmak çok da zor olmayacaktır. Bu da, Ankara’da pek çok bölgede ciddi bir zemin göçmesi tehlikesini işaret etmektedir. Bu tehlikenin oluşturacağı riskler ise başlı başına üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken konulardır. Çökebilecek zeminin taşıdığı yer üstü ve yer altı yapıları (altyapı, kanalizasyon, doğal gaz hatları, yollar, binalar vb.) ve bu yapıları kullanan insanlar ciddi bir risk altındadır. Riskin boyutları sadece ekonomik olarak değil can kaybı olarakda değerlendirilmelidir.
Belki bu yaklaşım bir felaket senaryosu olarak da düşünülebilir. Ancak sadece Türkiye’de değil dünya üzerinde pek çok ülkede benzer afetler yaşanmıştır ve yaşanmaya devam etmektedir. Böyle bir tehdidi kulak arkası etmemek, üzerine gitmek gerekmektedir. Bu konuda çok ciddi bilimsel araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konunun hassasiyetle ele alınarak ilgili kurum ve kuruluşların işbirliği ile ayrıntılı bir çalışma yapılması gerekmektedir. Ankara’da bu tehlikeyi ortaya çıkarak etkenler bulunmaktadır. Bu tehlikeyi riske dönüştürecek potansiyelde mevcuttur. Yer altında oluşabilecek ve çökmeye neden olabilecek boşlukların harekete geçmesini tetikleyebilecek pek çok etmen bulunabilir. Bu alanlarda oluşabilecek aşırı yük ve sarsıntı bu etmenler arasında sayılabilir. Normal koşullarda bu zemini harekete geçiremeyecek küçük bir depremin bu şekilde boşalan bir yapıya olan etkisi ne kadar bilinmektedir? Zamanla boşalan zemin üzerindeki yapıların ve araçların yaratacağı titreşimlerin zeminin çökmesine neden olup olmayacağı kesin midir? Ankara çökebilir başlığını atarken elbette kentin bütünüyle çökebileceği kastedilmemiştir ancak gerçektende kentin belli bölgelerinde ciddi çökmelerin yaşanması tehlikesi bulunmaktadır.
Tüm bu konuların araştırlması ve bilimsel verilerin elde edilmesi gerekir. Ancak yapılması gereken en acil önlem yer altı sularının kullanımının kontrol altına alınması ve yenilenebilir su kaynaklarının kullanımının teşvik edilmesidir. Örneğin atık su arıtma tesislerinin hızla arttırılması, kentlilerin bir takım su ihtiyaçlarının bu yöntemler ile sağlanmaya çalışılması gerekir. Yatırımlarında bu yönde yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla kullanılan suyun yeniden değerlendirilmesi ve tekrar kullanıma sunulması önemli bir yatırım hedefi olmalıdır. Başta Ankara olmak üzere tüm kentlerimizde bu yönde projeler üretilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.
İnsanoğlunun doğa karşısında çaresiz kaldığı pek çok afet olayında ciddi bir sorumluluğu olduğu bilinci halka her yoldan aktarılmalıdır. Toplumun bilinç seviyesi ve eğitim düzeyinin arttırılması bu yönde alınacak önemli tedbirlerden ve yatırımlardan belkide en başta gelenidir. Doğaya karşı mücadele etmek değil ama doğa ile uyum içinde ve doğayı yok etmeden, sürdürülebilir bir yaşam ve çevre yaratmak insanoğlunun yani bizlerin elindedir. Unutulmaması gereken bir noktada bizlerin en önemli sorumluluğu mevcut kaynaklarımızı koruyarak gelecek nesillere aktarmaktır. Şu bir gerçektir ki dünya üzerindeki hiç bir doğal kaynak sonsuz değildir ve yok olanın yerine herzaman aynı oranda yenisi gelememektedir. Eğer biz gelecek nesillere aktaracağımız elimizdeki doğal kaynakları tüketirsek gelecekte bir nesil olmayacaktır. Tıpkı bugün geçmişte olan pek çok canlı türünün olmadığı gibi!
Ali Tolga ÖZDEN
Hiç yorum yok...