Sosyal ve siyasal tarihi iyi kavramadan, bugün ülkede olan bitenleri doğru değerlendirmek mümkün değildir.
Ne olmuş, nasıl olmuşta doksan yıllık cumhuriyetin kazanımlarının önemli bir bölümü kaybedilmiş, kalanlar her gün saldırıya muhatap olmuş, ordunun üst komutanları yıllarca ceza verilerek hapislere atılmış, iktidara karşı duruş sergileyen gazeteciler, aydınlar aynı akıbete uğramış ve bütün bunlar olurken, yeterince toplumsal tepki verilememişte AKP 10 yılı aşkın süredir iktidarda kalabilmiştir.
İşte bu soruların doğru yanıtlarını vermek ve doğru bir siyaset oluşturabilmek için en azından yakın geçmişe bakmak gerekir.
Kuşkusuz yakın geçmişin de bir geçmişi vardır ve cumhuriyeti bir türlü benimsemeyip yıkmak isteyen hareketler, onun kuruluşundan beri karşı devrim için uğraş vermişlerdir.
Lakin hiçbir dönemde, yakın tarihte olduğu kadar mesafe alamamışlardır.
Bu nedenle, konuyu dar çerçevede tutup, sadece yakın tarihi irdelemek meramı anlatmaya yeterli olacaktır.
Yakın tarihin başlangıç noktası olarak da, İslam’ı referans alan köktendinci terör örgütü El Kaide tarafından Amerika Birleşik Devletlerinin New York kentinde bulunan ikiz kulelere yapılan saldırının tarihi olan 11 Eylül 2001’i baz almak yanlış olmayacaktır.
Zira bu saldırı sonrasında ABD başkanı George W. Bush, özellikle İslam ülkeleri hedef alacak çeşitli operasyonları uygulamaya koymuş, bu bağlamda 7 Ekimde senatodan aldığı destekle Afganistan’a hava saldırısı emrini vermiş, bundan 3 ay sonra Ocak 2012’ de “Irak’ın sahip olduğu kitle imha silahları tehdit oluşturuyor diyerek” bu defa Irak’ı hedef tahtasına oturtmuştur.
Ve yaklaşık bir yıl kadar Irak’ı kitle imha silahı bulundurmakla suçladıktan sonra, Birleşmiş Milletler Silah Denetim Komisyonu Başkanının, bu konuda “yeterli delil yok” demesine rağmen 20 Mart 2013 günü Amerikan ordusu Irak’a girmiştir.
Bütün dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen bu insanlık dışı müdahale, aslında sadece Irak’la sınırlı olmayıp, İslam ülkelerinin yoğun olarak bulunduğu ve önemli petrol rezervlerinin yer aldığı Orta Doğu bölgesinin yeniden dizaynı için de atılmış bir adımdır.
Nitekim bir süre sonra ABD kaynaklarınca telaffuz edilen “Büyük Orta Doğu Projesi” bunun böyle olduğunu ortaya koymuştur.
Sonrasıysa malumdur, ABD ordusu, 2009 yılında Iraktan çekilmişse de, hemen ertesi yıl “Arap Baharı” adı verilen süreç başlamış, bu kapsam da Mısır, Libya, Tunus gibi ülkeler alt üst edilmiş, akabinde sıra Suriye’ye gelmiştir.
ABD, Irak’a müdahaleyi uzun süre planlayıp, askeri harekatı en ince ayrıntılarına kadar hesaplarken, Irak’a sınır komşusu ve “stratejik müttefiki” olması nedeniyle, Türkiye’deki hava üslerini kullanmak, havadan yapılacak müdahaleyi karadan da desteklemek için bir miktar askerini Irak sınırına konuşlandırmak, hatta kara harekatını Türk ordusu ile birlikte yapmak istemiş, ancak bu talepleri, o yıllarda görevde olan DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin özellikle DSP ve MHP kanadınca reddedildiği için Irak operasyonunu bir süre ertelemek zorunda kalmıştır.
Başbakan Ecevit ve Koalisyon ortağı Bahçeli’nin, Irak'a müdahaleye hayır deme noktasındaki tavizsiz tutumu devam edince, Türkiye de ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi kapsamına dahil edilmiş ve bunun ilk aşaması olarak da Ecevit başkanlığındaki DSP, MHP, ANAP koalisyonunun hedef tahtasına konulmuştur.
Bu konjonktürde ülke içindeki durum da pek iç açıcı değildir.
2001 yılında yaşanan ekonomik kriz üzerine, Türk kamuoyunca ismi cismi bilinmeyen, Londra Ekonomi Okulu mezunu olup, ABD de Princeton Üniversitesinde doktora yapan ve 22 yıldır Dünya Bankasında görev yapmakta olan Kemal Derviş, Türkiye’ye davet edilmiş ve tepeden inme biçiminde Ecevit hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına getirilmiştir.
Bu görevlendirmeye koalisyonun diğer iki ortağının da herhangi bir itirazda bulunmamış olması oldukça ilginçtir.
İktidar ortağı üç partide de ekonomiden anlayan kimse yokmuş gibi, Amerika’dan çağırılan Kemal Derviş, hariçten bakanlık koltuğuna oturtulmuştur.
Bu Kemal Derviş, kamuoyuna adeta bir kurtarıcı gibi sunulmuş, neredeyse hükümetin kaderi ona emanet edilmiştir.
Bu arada, Başbakan Ecevit’in sağlık durumu hızla bozulmuş, artık hükümeti yönetemeyeceği ileri sürülmüş, bunun raporla belgelenmesi ve görevden çekilmek durumunda bırakılması senaryoları konuşulur olmuş, ama bunlarla Ecevit’in görevi bırakması sağlanamamıştır.
Hal böyleyken, Ecevit gibi ilkeli ve deneyimli bir siyasetçinin, CHP’nin başına geçmek yerine sıfırdan kurarak iktidara getirdiği DSP’den, sudan sebeplerle birkaç gün içinde, başta en yakın yardımcısı Hüsamettin Özkan olmak üzere 53 milletvekili istifa etmiş, hükümet ciddi yara almıştır.
Ortalık karışmış, muhalefetteki Doğru Yol Partisinin de için de olacağı ANAP, Doğru Yol ve DSP den ayrılan milletvekillerince yeni bir koalisyon hükümeti kurulacağı yüksek sesle dillendirilmeye başlanmıştır.
Bunu adı, hiç tereddütsüz siyasal krizdir.
Sonrasında, ABD’den ithal edilen “sihirli değnek” Kemal Derviş, nasıl olduysa birden siyasete merak salmış ve DSP’den ayrılanlarla Yeni Türkiye Partisini kurma çalışmalarına aktif olarak katılmış, fakat sonra bu yeni partiden seçilme şansı olmadığını görmüş olacak ki, yol arkadaşlarından ayrılıp Baykal’ın CHP’sinden milletvekili seçilmiştir.
Ecevit’in Dışişleri Bakanı olan İsmail Cem başkanlığında kurulan yeni partiyse, bir varlık gösteremeden, tarihin çöp sepetinde yerini almış, Kemal Derviş ise Türkiye’deki “görevini tamamlamış olmanın huzuru” içinde bir süre sonra CHP den istifa edip yeni bir yurt dışı göreve atanmıştır.
Uzatmaya gerek yoktur!
Mevcut koalisyon hükümetinden dışlanacağını ve ülkenin karışık hesaplara sürükleneceğini düşünen MHP lideri, bu oyunu bozmak adına olsa gerek, daha önce “Amerika’dan ithal” Kemal Derviş’in çeşitli ortamlarda telaffuz ettiği erken seçimi açıkça dile getirmiş ve Kasım 2002 de Türkiye erken seçime gitmiştir.
Seçim, hiç kimsenin tahmin etmeyeceği büyük bir sürprizle sonuçlanmış, yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız süreç yaşanırken 2001 yılının Kasım ayında kurulan AKP, yaklaşık bir yıl sonra tek başına iktidara gelmiştir.
İşte ne olduysa da bundan sonra olmuştur.
AKP ilk icraatlarından birisi olarak, ABD’nin Irak’a, Türk kara kuvvetleriyle birlikte müdahale de bulunmasını sağlamak amacıyla hazırladığı tezkereyi TBMM’ye sunmuştur.
Bunu yabana atmamak gerekir.
Bir önceki Türk hükümetinin, Irak’a müdahale konusunda ısrarla hayır demesi üzerine istifalar ve erken seçim süreciyle yıkılmasının ardından, hiç beklenmedik bir çoğunluk elde eden AKP tarafından kurulan yeni hükümetin, bu müdahalenin gerçekleşmesi için TBMM ye tezkere göndermesi son derece dikkat çekicidir.
Ne var ki, bir o kadar dikkat çekici olan bir başka husus da, bu tezkerenin mecliste reddedilmiş olmasıdır.
AKP yönetimi çok istemesine rağmen, duruma tamamen hakim olamamış ve tezkereyi meclisten geçirememiştir.
Bu reddin sonrasında ABD, Irak’a tek başına havadan indirme yoluyla müdahale etmiş ve AKP hükümeti, her ne kadar meclisten tezkereyi geçirememiş olsa da bu müdahaleyi desteklemiştir.
İşte aslında Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı olağandışı gelişmelerin alt yapısı özetle budur.
11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin Irak’a müdahalesine hayır diyen 57. Türk hükümeti bir şekilde düşürülmüş, yapılan erken seçimde, kuruluşunun üstünden bir yıl geçemeden, tek başına iktidar olma başarısını gösteren yeni partinin oluşturduğu hükümetse, Irak’a müdahale için gönüllü olmuştur.
Aradaki fark bu kadar barizdir!
Türkçesi, ABD’nin istekleri doğrultusunda hareket etmeyenler tasfiye edilmiş, ne istersen yaparım diyenler iktidara getirilmiştir.
Ne istersen yaparım diyenlerin, daha sonra “Büyük Orta Doğu Projesinin eş başkanı” olduklarını açıklamalarıysa, bu süreci gözler önüne seren bir başka gösterge olmuştur.
Bu ifşaat, ABD’nin Orta Doğudaki çıkarları neyse, ona uygun şekilde hareket edileceğinin de itirafı niteliğindedir.
Nitekim yaşanan olaylar, Türkiye’nin dış politikası ve komşularıyla ilişkilerinin geldiği boyut, hemen her şeyin ABD’nin güdümünde olduğunu ortaya koymaktadır.
ABD ile AKP hükümeti arasındaki bu uyum, aslında hedefleri farklı olan güçlerin ittifakıdır.
ABD, Orta Doğu merkezli olarak, İslam ülkeleri üzerindeki operasyonlarını rahatlıkla yapmak ve bu amaçla bölgede kontrolün altında olacak bir Kürt devleti kurmak adına AKP’ ile iyi ilişkiler içinde olmaya, AKP’de iktidarını devam ettirerek, cumhuriyetle hesaplaşmasını rahatlıkla yapmak adına, ABD’nin stratejik müttefiki olarak görünmeye ve bu görüntüye uygun hareket etmeye çalışmıştır.
Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymamıştır.
Zira Türkiye, rahatlıkla at oynatılacak bir Arap ülkesi değildir.
Atatürk’ün kuruduğu laik cumhuriyette, parlamento ve muhalefet partileri vardır; az da olsa duyarlı bir kamuoyu mevcuttur.
İşte bu nedenle, AKP her ne kadar tek başına iktidar olsa da, başta bölgede bir Kürt devleti kurulması olmak üzere ABD’nin istediği şeyleri, harfiyen yerine getirmeyi bir türlü başaramamıştır.
Parlamentoda bulunan ulusalcı CHP ve biraz da milliyetçi MHP, AKP’ye muhalefet etmiş, Kürt devletinin kurulmasına yönelik en hayati konulardan birisi olan Anayasa değişikliği bir türlü halledilememiştir.
Hal böyle olunca, bu pürüzlerin de törpülenip, Türkiye’nin de “güllük gülistanlık” yapılması zorunlu olmuştur.
Bu zorunluluğun bir sonucu olsa gerek 2011 genel seçimlerine az bir süre kala, CHP genel başkanı Deniz Baykal ve bazı MHP milletvekilleri ile ilgili seks kasetleri tezgahı sahneye konulmuş, bu kişilerin görevlerinden veya partilerinden istifaları sağlanmıştır.
Amacın, muhalefeti tamamen tasfiye edip, AKP’nin ABD’nin istediği tüm değişiklileri yapmaya yetecek bir çoğunlukla meclise girmesini sağlamaya yöneliktir olduğu açıktır.
Lakin evdeki hesap bir kez daha çarşıya uymamış, CHP’ apar topar genel başkanlığa getirilen Kemal Kılıçdaroğlu ile beklenene yakın oy almış, MHP kıl payı da olsa, meclise yine girmiştir.
Ancak, bu tablonun yanlış değerlendirilmemesi gerekir...
CHP ve MHP muhalefet görevini yine üstlenmişlerdir, ama artık eski CHP ve MHP değillerdir.
Bir anlamda seçimler öncesi yaşanan kaset operasyonları amacına ulaşmış, her iki parti de muhalefet görevini, fazla gürültü patırtı çıkartmadan yapma noktasına gelmiştir.
MHP, Irak’a müdahaleye DSP ile birlikte karşı çıkan MHP değildir.
CHP’de ne o zamanki DSP nin, ne de Baykal döneminin çizgisinde değildir.
Köprülerin altından çok sular akmıştır.
Türk siyaseti adeta bir yerlerden yönetilir olmuştur.
Bu süreçte Türk silahlı kuvvetlerinin PKK ile mücadele etmiş komutanları, darbe planladıkları iddialarıyla tasfiye edilip, cezaevlerine tıkılmış, duyarlı aydınları, gazetecileri aynı akıbete uğramış ve toplum korku iklimine sokulmuştur.
Artık, herkes, sesini çıkartmaktan korkmaya başlamış, ülkede giderek faşist bir diktatörlük egemenlik kurmuştur.
Bu yeni konjonktürde, AKP, ABD’nin stratejileri doğrultusunda siyaset yaparken, muhalefet partileri de muhalefet ediyor gibi görünüp, aslında muhalefet yapmamışlardır.
Gezi parkı, Atatürk Orman Çiftliği ve ODTÜ’nün yağmalanmasına karşı spontane gelişen protestolar, siyasi iktidara tepkiye dönüşse de söz adı geçen muhalefet partileri bu hareketleri kucaklamakta son derece yetersiz kalmışlardır.
Özellikle CHP, türban, yurtdışındaki Türk orta öğretim kurumlarından mezun olan öğrencilerin Türkiye’deki üniversiteler sınavsız ve harçsız girmesi v.s gibi cemaatin ve siyasal İslamcıların daha da yükselmesine neden olacak konular başta olmak üzere pek çok konuda, kendisine gönül verenlerin güvenini kaybetme pahasına ses çıkartmamıştır.
MHP, her kıritik konuda olduğu gibi türban konusunda da iktidarın koltuk değneği olmaya devam etmiştir.
Bu tablo karşısında, geçtiğimiz seçim öncesinde yaşanan kaset olayları sonrasında CHP ve MHP de yaşanan değişiklilerin, öylesine yaşlanmış talihsiz olaylar olduğunu söylemek mümkün müdür?
Büyük Orta Doğu Projesinin hayata geçirilmesi amacına yönelik, pürüz çıkartanların tasfiyesi olmadığını söylemek ne kadar gerçekçidir.
Eğer böyle değilse, bugün yaşananlar ve de muhalefetin üzerine adeta ölü toprağı serpilmiş gibi sessiz kalması, AKP’nin istediği gibi hareket etmesi neyle izah edilecektir.
O halde açıkça söylemek gerekir ki, bugün AKP iktidarına karşı olmak, aynı zamanda ABD emperyalizmine karşı çıkılmasını, ABD’nin Orta Doğu ve İslam ülkeleri üzerindeki emellerini ortaya konulmasını içermiyorsa, bu gerçek anlamda bir muhalefet olmayacaktır.
ABD emperyalizmine karşı olmadan yapılan muhalefet, Büyük Orta Doğu Projesi içinde “verilen rolle” sınırlı bir muhalefet olmaktan öteye hiçbir anlam taşımayacaktır.
Hiç yorum yok...