Basit Forum


Tüm Mesajlar Görüntüleniyor › Ziyaretçi Defteri

Lütfen Giriş Yap veya Kayıt Ol!

Ziyaretçi Defteri Arşivi

Ara




  • D  Ü  Ş  Ü  N

    Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken, oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla, "ahhhh" diye bağırır.
    Dağdan, "ahhhh" diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder.
    Merakla, "Sen kimsin?" diye bağırır; ama aldığı tek yanıt, "Sen kimsin?" olur.
    Çocuk bu yanıta kızar ve, "Sen bir korkaksın!" diye bağırır. Dağdan aldığı yanıt, "Sen bir korkaksın!" dır.
    Babasına bakar ve "Baba ne oluyor?" diye sorar.
    "Oğlum dikkat et" diyen baba, vadiye doğru, "Sana hayranım!" diye bağırır.

    Ses, "Sana hayranım!" diye yanıtlar.
    Baba, "Sen harikasın!" diye yine bağırdığında, bu kez dağdan, "Sen harikasın!" yanıtı gelir.
    Çocuk şaşırmıştır, ama hala ne olduğunu anlayamamıştır.
    Baba oğluna durumu açıklar; "Oğlum. insanlar buna y ankı derler; ama gerçekte yaşamın ta kendisidir. Yaşama   n  verirsen sana onu yansıtır.
    Yaşam senin davranışlarının a yn ası d ı r.
    -Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev.
    -Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan. insanlara saygılı davran.
    -Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster.
    -Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara hoşgörülü ve sabırlı olmalısın.
    Oğlum yaşamda n ekersen onu biçersin. Bu doğa yasası, yaşamın her yönü için geçerlidir."
    insanların yaşamı tesadüfler sonucu oluşmaz; insaların yaşamı onların davranışlarının yansımasından başka bir şey değildir.


    iletişim Donanımları'ndan Doğan CÜCELOGDÜŞÜN
    Tarih: 09 Temmuz 2008 01:14 Ekleyen:
  • Erendiz ATASÜ / Cumhuriyet

    Memleketin birinde, adamın biri var olan siyasal düzeni değiştirmek istediği için hapis cezası almış. Ortamı gerginleştirmek istemeyen iyi niyetlilerin arabuluculuğuyla, süresi dolmadan serbest bırakılmış. Becerikli bir taktikçi olan adam, aldığı cezayı pekâlâ siyasi başarıya çevirebilmiş.

    Memleket kültürel bakımdan ikiye yarılmış. Bir yanda ağır bir toprak ağalığı sisteminin bağnaz tutuculuğu ve itaate alışık, aydınlanmamış yoksul yığınlar, öbür yanda şaşırtıcı bir yaratıcılık eğilimi... Memleketin nasıl yönetileceğine dair toplumsal uzlaşma kurulamamış. Saltanatı geri getirmek isteyenler, cumhuriyetçiler, sol devrimciler, askeri darbe yanlıları kâh düşüncelerini açıklayarak, kâh gizleyerek birbirleriyle iç içe siyaset sahnesini dolduruyorlarmış. Memleketi hiçbir komşusu sevmiyor, ona güvenmiyormuş. Memleketin onuru yaralı, iktisadi durumu ise bozukmuş; işsizlik üst derecelerde.

    Adamın, güven aşılayıcı söylemlerle korkutucu eylemleri birlikte yürüten enerjik ve atak siyasi örgütü, başını adanmış kişilerin çektiği sivil bir ordu gibiymiş.

    Eğitimi kıt, söylemleri tutarsız adamı ve örgütünü, önceleri aklı başında kimse ciddiye almamış; ülkenin beyni için alay konusu bile olmuş bu yeni siyasi hareket.
    Ne var ki ülkenin bitkisel sinir sistemiyle adamın arasında gelişen ve anahtarla kilidin, tencereyle kapağının uyumuna benzeyen örtüşmeyi, kendine fazla güvenen üst beyin hafife almaktaymış. Ancak gözlem gücü ve sezgileri güçlü küçük bir azınlık, adamın ve partisinin ülkeye ürkütücü bir tehdit olabileceğini sezerken, yavaş yavaş parti dışındaki herkesi de bir güvensizliktir almış. Ne var ki parti büyüyormuş. Aslında herkes “gerçekçi’’ (!) davranıyormuş, sol siyasetçiler bile! Yani, ellerinden kayan halkı yakalayabilmek için adamı ve partisini kullanabileceklerine inanıyorlarmış. Oysa tek yapmaları gereken birleşip adama açıkça karşı durmak! Sol grupların ne hikmetse birbirleriyle değil de sağcılarla ittifak kurdukları bu tuhaf ortamda, adamın kanser uru gibi büyüyen partisini kâh denetime alabilmek, kâh bölebilmek hülyalarıyla, para, siyasa ve darbe odakları, adam ve yandaşlarıyla uğursuz bir iktidar dansına başlamışlar. Entrikanın bini bir para! Her kafadan bir değil bin sesin çıktığı bu kaotik ortamda ülke yönetilemez olmuş! Aciz hükümetlere çare diye bir dizi erken seçim ve referandum gelmiş gündeme. Halk seçim sandığından usanmış. Böylece, cumhurbaşkanını halkın seçmesi, sonra da cumhurbaşkanının ülkeyi kararnamelerle yönetmesi oylanıp kabul edilmiş. Bin parçaya bölünmüş siyasi haritanın her bölümünün çeşitli kişisel hesaplarla ve küçük grup çıkarları uğruna önayak ya da alet oldukları bu erken seçimler zinciri sonucunda, tek parti iktidarına giden yolların taşları bir bir döşenmiş. Oysa tek yapılacak şey açıkça, adama ve partisine karşı durmakmış!

    İktidar dansında çekilen el enseler ve abes figürler sonucunda, halkın gelişmiş beynine itici ve gülünç gelen, aslında son derece cahil olan, fiziksel erkek güzelliğinden de hiç nasibini alamamış bu adamın, toplumun gelişmemiş bilinç altına seslenen garip çekiciliği, güçlü çenesi, bağırmaya dayanıklı gırtlağı ve saldırgan tavırları sayesinde, daha da artmış! Karizmatik bir lider olup çıkmış adam! Öfkeli buyrukların ağırlığını hissettirdiği bir gelenek ortamının ezik ve aydınlanmamış insanları, asla gerçekleşmeyecek rüyalarında kendilerini içlerinden biri belledikleri adamla özdeşleştirirken, güncel gerçeklikte onun emrine girmek için koşuyorlarmış. Boşuna mı “Halk sahte peygamberleri sever’’ demiş, bu ülkenin bir düşünürü!

    Böylece adam, elbirliğiyle iktidara taşınmış. Erken seçimler zinciri kesilmek bilmiyormuş. Adamın partideki sağ kolu, seçim arifesinde güncesine şöyle bir kayıt düşmüş: “Artık savaşmak kolay, çünkü devletin bütün kaynaklarından yararlanabiliriz. Radyo ve basın elimizde. Ortaya bir propaganda şaheseri çıkaracağız. Ve bu sefer parasızlık çekilmeyecek elbette.’’

    Elbette parasızlık çekilmeyecekti. Halka, emeğe, sol siyasalara duydukları iliklerine işlemiş nefretten arınamayan büyük para sahipleri, işlerine yarayacağını düşündükleri adam iktidara yerleştikçe açacaklardı kesenin ağzını! Oysa onların da defterlerinin dürülmesi yakındı. Parasal gücün verdiği sahte güvenle burunlarının ucunu göremiyorlardı. Adamın partisi tüm devlet olanaklarını kullandığı, basının büyük kısmının onun borazanını öttürdüğü sonuncu demokratik seçimde bile aslında yüzde kırk küsurdan fazla oy alamamıştı! Yani hâlâ azınlıktaydı! Bütün bu süreçte, adamın ve adanmış yardımcılarının hareket kesintiye uğrayacak, parti kapatılacak diye tir tir titredikleri dönemeçlerden geçilmişti; başarısızlık an meselesiydi, an! Ama her dönemeçte talihi -yoksa karşıtlarının bir türlü aralarında uzlaşıp kesin ve açık bir yol izleyememelerindeki basiretsizlik mi demeli- adamın yardımına yetişmişti!

    Bu arada adam, ulusu için sanal bir siyasi ve kültürel tarih kurguluyor, bu sentetik tarihi eğitimsiz kitlelerin genç nüfusuna aşılıyordu. Maziye dair gerçekleri dile getirenlere bunak gözüyle bakıyordu bu gençler. Adamın yandaşları artık basından ibaret değildi. Onun tarihçileri, onun felsefecileri, onun sosyologları, ona hayran komedyenler türemişti. Adam, çıraklık döneminde bazı dersleri iyi bellemişti. Şöyle yazıyordu:

    “Devletin asal organlarından birini ele geçirmedikçe devlet ele geçirilemez.’’ Onun için, kendisine pek fazla güvenmeyen orduyla arasını iyi tutmaya bakıyor, polisin içinde kendisine bağlı bir polis oluşturuyordu. Şöyle diyordu: “Yeni devleti kurmadan eskisini yıkmakla ihtilal olmaz. Önce eski devletin çatısı altında yeni devlet kurulacak.’’ Başarıya ulaştıktan sonra şöyle diyecekti: “İktidarı tamamen ele geçirdikten sonra, eski devletin kalıntılarını süpürmek sadece birkaç haftamızı aldı.’’ Evet, başarıya ulaşacak, ülkenin geçmişinde darbecilerin bulunduğu gerçeğinin de desteğiyle sanal bir darbe ortamı yaratacak, bu belirsizlikte asıl darbeyi kendi vuracak, demokrasiyi ilga edecekti! İzleyen ilk ve elbette son halkoylamasında seçmenlerin yüzde doksan dokuza yaklaşan kısmı önderlerine güvendiklerini belirteceklerdi. Gerçekten de artık ulusal iradeyi yutmuş, sindirmişti; gerçekten ayaklar baş olmuştu. Tüm generaller ve yargıçlar adama bağlılık yemini etmek zorunda bırakıldılar. Ulusu savunacak hiç kimse kalmamıştı, hiç... Adamın biri, memleketin birini geri dönüşsüz rehin almıştı.

    Sevgili okur, hangi ülkeden söz ettiğimi sandınız? Hayır, hayır aklınıza gelenden değil. Memleketin biri, 1920’lerin, ‘930’ların Almanyası; sihir değmişçesine karizmatik öndere dönüşen, bas bas bağıran cahil küfürbaz ise Adolf Hitler’in ta kendisi idi; devleştirilmiş küçük küçücük adam...

    Önemli not: Alıntılar, William Shrirer’in Nazi İmparatorluğunun Doğuşu Yükselişi ve Çöküş (çev. Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, 1970) adlı kitabındandır.
    Tarih: 09 Temmuz 2008 01:12 Ekleyen:
  • Cumartesi günü akşam saatleri…

    Mustafa Balbay’ın serbest bırakıldığı haberini Cumhuriyet Hukuk Bürosu’ndan Bülent Utku verdi:

    “Balbay, yargı kararıyla bırakıldı, 40 dakika sonra gazetedeyiz…”

    Sıcak bir gündü…

    Odamın içinde dolaşmaya başladım…

    Az sonra televizyonlar altyazı geçmeye başladılar:

    “Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay serbest bırakıldı…”

    Dört gündür hukuk büromuz Balbay gibi uykusuzdu. Akın Atalay, Bülent Utku ve Tora Pekin polis-adliye arasında gidip geliyordu.

    Ben, okurlara telefonla, elektronik posta aracılığıyla bilgi aktarmaktan yorulmuştum. Bir de te- levizyon kanallarına çıkıp konuşmaktan.

    Genel Yayın Yönetmenimiz İbrahim Yıldız gece yarılarına dek gazetedeydi.

    Dinci medya, tarikat şeyhlerinin müritleri, AKP yalakaları “Ergenekon” üzerinden Cumhuriyet’e karşı o bilinen saldırı kampanyasını sürdürüyorlardı.

    İlhan Ağabey (Selçuk) gözetime alındığında da “aynı oyunla” karşı karşıya kalmıştık.

    Ne istiyorlardı Mustafa Kemal Atatürk’ün 84 yıl önce kurduğu Cumhuriyet’ten?

    Deniz Kavukçuoğlu’nun da altını çizdiği gibi, Cumhuriyet gazetesi yazarlarına “darbeci yaftası” yapıştırıp, yalakalığın ötesinde “muhbir yurttaş” durumu karşımıza çıkıyordu.

    Saldırganların sayısı on beşi, yirmiyi geçemiyordu. Cumhuriyet’e atılan üç bombayla, silahlı eylemin Cumhuriyet yazarlarının bilgisinde yapıldığını alçakça yazmaktan çekinmiyorlardı.

    Elbet onlara gereken yanıtları Haber Türk, SkyTürk gibi televizyonlarda veriyor, “çeteci medya”nın maskelerini bir bir indiriyorduk.

    12 Mart’ın, 12 Eylül’ün işkencelerinden geçen bizlerdik; Susurluk çetesinin üzerine giden bizlerdik; Hizbullah’ı kamuoyunun önüne koyan; faili meçhul cinayetlerin aydınlanması için onlardan daha fazla çaba harcayan yine bizlerdik…

    ***

    Saldırı planı önceden hazırlanmış, yargı ve polisten “gizli soruşturulan” Ergenekon’un tutanakları “malum medya”ya anında servis yapılmaya başlanmıştı.

    Kim veriyordu gizli soruşturulan bir operasyonun tutanaklarını malum gazetelere?

    Neden bu servis Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün uyarılarına karşı tüm hızıyla sürüyordu?

    İlhan Selçuk yıllardır “devlet içinde örgütlü çetelere” karşı yazılar yazıyor…

    Unutkan bir toplumuz…

    Arşivimde bulunan, İlhan Ağabey’in “Haklı Çıkmanın Hüznü” başlıklı yazısından bir bölüm aktarıyorum:

    “Bir trafik kazası…

    Kaza mı?..

    Mercedes mi kamyona çarpmış, kamyon mu Mercedes’i uçuruma yuvarlamış?.. Ne önemi var?.. Araba yüklü!.. Polis müdürü mü istersin?.. Aşiret reisi mi istersin?.. Milletvekili mi istersin?.. Yeraltı ilişkileri mi istersin?.. Devlet, hükümet, Meclis, bürokrasi katılımı mı istersin?.. Olağanüstü hal’li, olağan hal mi istersin?.. Dış ilişkiler, iç ilişkiler mi istersin?.. Hepsi Bir Mercedes’e sığınmışlar, sonra bir kamyonla kucaklaşıp teker meker uçuruma yuvarlanmışlar…

    Gazetelerde başlıklar:

    ‘Milletvekili, polis, mafya aynı otoda!..’

    Doğal değil mi?..

    ‘Esrarengiz kaza!..’

    Yok canım, neresi esrarengiz?.. Her şey açık seçik, ortalıkta sergileniyor.

    ‘Garip ilişkiler.’

    Hiç de garip değil!..

    ‘Esrarengiz kaza’ Türkiye’nin anatomisini yansıtan sıradan bir olay..

    Ve şuraya yazıyorum:

    Bu olayın soruşturmasından ve kovuşturmasından da hiçbir şey çıkmayacak!..(5 Kasım 1996)”

    Siz 12 yıl sonra İlhan Selçuk’u “Ergenekon’un fikir babası” diye suçlayan dincilere, AKP yanlılarına sesleniyorum: “12 yıl önce Susurluk’un ‘pof’ ıkacağını salt İlhan Selçuk değil, tüm Cumhuriyet yazarları yazdı..”

    ***

    Devlet içinde örgütlü çetelerin varlığını elbette biliyoruz…

    Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden sonra kurulan “TBMM Faili Maçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu”nu “Ergenekon”u soruşturan savcılarımız bir kez daha okusunlar…

    Şu bizim Soros’un çocukları, ikinci cumhuriyetçiler ve din bezirgânları da rapora baksınlar…

    Hizbullah’ın Batman’da nerede eğitildiğini, silahların nereden geldiğini ğrenirler…

    hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr

    Tarih: 09 Temmuz 2008 01:05 Ekleyen:
  • Mustafa Balbay’ın ART’de üç saat süren açıklamaları gerçekleri ortaya koyması açısından büyük önem taşıyor. Çıkarılacak dersler içeriyor.

    Gözaltına alınanlara -örneğin Balbay’a- sorulan soruların sağlam belgelere dayanmadığını ortaya koyuyor.

    Belgeler mi? Okuyucudan gelen bir mesaj… Hemen her haber bürosuna veya gazeteciye gönderilen, artık gizlilik zırhından sıyrılmış yazımlar…Örneğin bir okur 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer başta kimi ünlü isimlerin CHP’ye katılmalarının partiye ve demokrasi savaşımına güç katacağını yazıyor. Bu da bir belge!

    Kuşkusuz Balbay’ın açıklamaları, kimi öğütleri de içeriyor.

    Çocuğunuza ait bilgisayarları derhal evden uzaklaştırmak… Okurdan gelen mesajları asla saklamamak…

    Birine el koyacakları için ikinci bir cep telefonu edinmek… Telefonlarda hak edenlerden ağır sözcüklerle söz etmemek… ya da telefon konuşmaları yapmamak…

    Yabancı büyükelçilerin yemek davetlerini kabul etmemek…

    Bir haberi doğrulatmak için ilgililere başvurmamak… (tabii yalaka veya iktidara hoş görünen yazar, haberci değilseniz) Her an gözaltına alınabilme olasılığını göz önünde tutarak evinizin bir köşesine koyacağınız küçük bir çantanın içine güncel gereksinmelerinizi karşılayacak ne varsa onları yerleştirip hazır tutmak, güncel notlar tutmamak ve…

    Özellikle sivillerin makam odalarında hiçbir zaman, fakat askersel üst makamlarda, örneğin bir komutanla çalışma odasında gizli kameraların gözetiminde zinhar görüşme yapmamaya özen göstermek… Son model gazeteciliğin zorunlu gerekleri oluyor.

    Olayın şaka kaldırmayan yanı şu: Mustafa Balbay, gözaltı balonunu patlattı. Günümüze ve geleceğe ışık tutan önemli bir görevi yerine getirdi.

    ***

    Türkiye demokrasiye aykırı ihtiraslarını yaşama geçirmek isteyen bu iktidarın girişimlerinin, uygulamalarının faturasını ödüyor.

    Son olaylar bir kez daha asker olsun sivil olsun, bu iktidarın muhalefet yapanları savcılar eliyle susturmaya giriştiğini gösteriyor.

    Medya bölünmüş. Dinci medyanın zaten yanındaydı. 2002-2007 arasında AKP iktidarı (RTE) kendine bağlı bir medya grubu yaratmayı başardı. Ya korkutarak ya da kimi maddi kaynaklarını kurutarak bağımsız kimi medya kuruluşlarını susturdu.

    İlk iktidar yıllarında önce devlet kadrolarını ele geçirdi ve medyayı kendi kafasına göre “adam etti!”

    ***

    Yaşanan olayların bir “fakat”ı var: Gidişata karşı çıkacağı sanılanlar susuyor.

    Ergenekon soruşturmasındaki hukuk dışı davranışları irdeleyen, tartışan ve eleştiren tek bir siyasal kuruluş CHP ve onun lideri.

    Deniz Baykal hemen her gün olayı masaya yatırıyor ve kuşkusuz Bay RTE’nin, dinci kesimin ve AKP şakşakçısı medyanın hoşuna gitmeyen açıklamalar yapıyor.

    İster istemez insanın sorası geliyor: Solcu, sosyal demokrat geçinen, her seçimde yüzde binde bir oyuna karşılık CHP’den birkaç milletvekilliği kontenjanı isteyen… normal günlerde ağızları kapanmayan, CHP’nin güç birliğinden kaçındığını öne süren partiler…

    Parlamenter kimliğini CHP’nin aday yapıp Meclis’e taşıdığı milletvekilleri ile koruyan Demokratik Sol Parti nerede?..

    Nerede anayasa hukukçuları, bilim adamları; evdeki aramalar sırasında insan haklarına aykırı davranışları es geçen ve fakat normal dönemlerde insan hakları deyince mangalda kül bırakmayanlar nerede?..

    Hepsi ama hepsi güllük gülistanlık dönemlerin, ne çare bugünlerin dut yemiş bülbülleri!

    Faşist yöntemlere, bu iktidarın almış başını giden demokrasiye aykırı eylemlerine, insan haklarına aykırı davranışlarına güç birliği ve savaşım bunlarla mı gerçekleşecek?

    Geçiniz efendim, geçiniz!..

    Cüneyt Arcayürek

    Tarih: 09 Temmuz 2008 00:55 Ekleyen:
  • Soru ile yanıt bir bütündür…

    Çoğu zaman sorunun yanıtı sorunun içine yuvalanmıştır…

    Soru ile yanıt çelişkisindeki bütünlüğün özdeşliğinde gizlidir gerçek…

    *

    Sorgu, sorular demektir…

    Kimi zaman dışardan bir bakışla sanılır ki soru sorulan kişi sorgulanıyor…

    Oysa süreç tersinedir…

    Soru soran, sorduğu sorulardan ötürü kendi kendisini, çapını, kişiliğini ortaya döküp sergiler…

    *

    Ergenekon soruşturmasında sorulan soruların niteliğine, düzeyine ve içeriğine bakıldığı zaman verilen yanıtların ne olduğunu bilmeye gerek yok…

    Savcının sorduğu her sorunun yanıtı kendi içinde…

    Her soru yanıtını da içeriyor…

    *

    Mustafa Balbay Ergenekon soruşturmasında kendisine sorulan soruları açıklayıp sergiledi…

    Balbay’ın sorgusu çoğu gazetede ayrıntılarıyla yayımlandı…

    Bir soruşturmanın sorularını bilip öğrenmek yeterli…

    Yanıtlara gerek yok…

    Çünkü yanıt sorularda odaklanmış…

    *

    Sorulara bakınca birkaç gerçek birden ortaya çıkıyor…

    Önce sorgulamanın içeriği ve düzeyi…

    Sonra da gereksizliği ve boşluğu ortaya çıkıyor…

    En sıradan bir olaydan, konuşmadan, şakalaşmadan, buluşmadan, öksürmeden, hapşırmadan suç içeriği çıkarmak isteyen bir sorgulamanın soruları, sorgulananı değil sorgulayanı sorgulamak kuşkusunun sorusunu oluşturmaktan başka ne işe yarar ki?.

    *

    Ergenekon soruşturmasının amacı belli…

    Ama, o amaca ulaşılabilecek mi?..

    Bütün ömrünü terörle mücadeleye hasretmiş iki yüksek rütbeli komutanı terörist diye yargılamak ne demek?..

    Evet, bu sorunun da yanıtı sorunun içinde ve içeriğindedir…

    >
    Tarih: 09 Temmuz 2008 00:54 Ekleyen:
  • Bu köşede en çok dile getirilen sözlerin başında şu gelir:

    Halktan büyük güç yoktur!

    Yürekten inandığım bu söz aynı zamanda gazetecilik yapma gücüme güç katan bir enerjidir. Kendimizi halka, bu topluma ne kadar anlatabilirsek, o kadar varız. Bu gerçeği de dikkate alarak insanlarla olabildiğince sık yüz yüze gelmeye çalışıyorum. Bunca işimin arasında ayda 3-4 konferansa 3 nedenle katılıyorum:

    1- Seviyorum.

    2- Öğreniyorum.

    3- Görev sayıyorum…

    Gazeteci, dirseğini biraz geriye attığında topluma değmezse, mesleğini “kopuk” yapıyor demektir…

    Bu anlamda medyada bir sürü elit kopuk var…

    Gazetecinin yukarıda aktardıklarım bağlamında toplumla kaynaşabilmesinin en sağlıklı ortamı, kuralları işleyen, hukuk temeline dayalı bir demokrasidir.

    Bu ilkelerle ve inançlarla mesleğini yapmaya çalışan ben, yargılanmayı bekliyorum…

    Suçlama:

    Terör örgütüne üye olmak ve halkı hükümete karşı silahlı isyana teşvik etmek!

    ***

    Türkiye’nin iç-dış bütün sorunlarının çözümü için bu köşedeki başlıca yol haritası şudur:

    Bir sorun masaya getirilmişse, çözüm başlamış demektir!

    O nedenle Türkiye’nin hiçbir sorununa çözümsüz gözüyle bakmıyorum. Benim bu iyimser yaklaşımım kimi okurlardan şöyle bir suçlama alır:

    Sayın Balbay, bunca içinden çıkılmaz sorun ortadayken nasıl bu kadar iyimser olabiliyorsunuz?

    Ben de şu yanıtı veririm:

    Ben ülke sorunlarına iyimser-kötümser, umutlu-umutsuz gibi duygularla yaklaşmıyorum. Başarıya inanmak en büyük enerjidir. Ben de çözebileceğimize inanıyorum…

    Böylesi sohbetlerde tartışma büyürse yine o güzelim atasözlerine yaslanırım:

    Ne demiş atalarımız, umutsuzluk yalnızlıktan doğar!

    Türkiye yine böylesi dönemlerin birinden geçiyor.

    Aşabilir miyiz?

    Kesinlikle…

    Yine bu köşenin başlıca söz taşlarından biri şudur:

    Ne olursa olsun artık iç düşman üretmemeliyiz!

    Bunun için herkese, ama herkese sorumluluk düşüyor. Başta tabii ki hükümete…

    Bu düşünceleri her fırsatta dile getiren ben, yargılanmayı bekliyorum.

    Suçlama:

    Terör örgütüne üye olmak ve halkı hükümete karşı silahlı isyana teşvik etmek!

    ***

    Yukarıda aktardığımız süreçte tek güvencemiz var:

    Hukuk…

    Hukuka inancımız haziran sonunda ne ise temmuzun ilk haftasında da o!

    Ancak hukuktan önde gitmeye çalışan bir güç daha var:

    Medya…

    Daha doğru anlatımla:

    Medya infazı!

    Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde hocalarımızın öğrettiği şu ilke ne yazık ki, bugünlerde daha sık aklıma geliyor:

    Basın özgürlüğü, insanların düşüncelerini kısıtlamak için de kullanılabilir!

    Ne demek bu?

    Bir başka anlatımla basın, insanları öylesine hedef tahtasına koyar, öylesine saldırgan hale gelir ki, kimse dilini kıpırdatamaz!

    İddianamesi çıkmamış davaların yargılama sonuçlarını açıklayan, giderek densizleşen ve güçsüzleşen özel medya kuvvetleri, yine bu köşede sık kullandığımız şu tanımı bir kez daha sütuna taşımamızı zorunlu kılıyor:

    Medya gücü yok, güçlerin medyası var!

    Başyazarımız İlhan Selçuk’la birlikte ben de yargılanmaya hazırlanıyorum…

    Hukuk başımızın tacı… Ne sözümüz olabilir ki!

    Ama medya infazına bir çift sözümüz var…

    Sokrates’e eşi seslenmiş:

    “Seni haksız yere mahkûm ediyorlar!”

    Sokrates karşılık vermiş:

    “İyi ya… Ya haklı yere mahkûm etselerdi!”

    ankcum@cumhuriyet.com.tr

    Mustafa Balbay

    Tarih: 09 Temmuz 2008 00:53 Ekleyen:
  • İyi günler siteyi düzenlik olara takip ediyorum ve sizden birşey rica ediyorum. Eğer siteye haberlerin altına okuyucu yorumlarını ekleyen bir forum açarsanız cayyolunda yaşayan insanlar düsüncelerini dile getirir bu şekilde yapılmak istenen daha kolay ortaya çıkar. Ben M. köyünün yerlilerindenin cayyolunda ve kendi köyümde meydana gelen değişiklikleri en doğru takip edenlerdenim. Cayyolunu ve mutluköyü  bir 10 sene öncesiyle kıyaslamak mümkün olmayacağı gibi 10 sene sonrasında da ne olabiliri kimse bilmez. Ama nasıl bir cayyolu istiyorsak bunu forumda dile getirebilir ve onu göre calışabiliriz. İYİ GÜNLER
    Tarih: 08 Temmuz 2008 12:57 Ekleyen:









  •      Ç  ü n k ü ; H  e  r  k  e  s k e n d  i  ha y a t ı n ı y a ş a  r.
    H ay a t t a k a m b  ur,k a m b u r  u s t  ü n  d e  o l  m  a z...




    Kadının  işi varmış, Ankara`ya gidiyormuş, tam uçağa binerken kulağında bir ses :
    -Binme, bu uçak düşecek!
    Dönmüş, bakmış, kimse yok, ama içine de bir kurt düşmüş, binmemiş.
    İkinci uçağı beklerken kara haber ulaşmış :
    -Uçak düştü kurtulan olmadı!
    Koşmuş Haydarpaşa`ya, bilet almış, tam trene binecek, aynı ses kulağında :
    -Binme bu trene, raydan çıkacak!
    Dönmüş, bakmış yine kimse yok, trene binmemiş, gelmiş eve, sabah gazeteyi açınca tüyleri ürpermiş :
    -Tren Eskişehir`de raydan çıktı şu kadar ölü, şu kadar yaralı...
    Allahına şükretmiş, koşup otobüse bilet almış, tam binerken yine o ses :
    -Bu otobüse binme, freni patlayacak!
    Dönmüş yine kimse yok! Dayanamamış, bağırmış :
    -Sen kimsin yahu?
    -Ben senin iyilik meleğinim!
    Kadın  iyice kızmış:
    -Ulan evlenirken neredeydin!


    Tarih: 07 Temmuz 2008 09:59 Ekleyen:
  • Sibel ağaca sarılmış hem söyleniyor hem ağlıyordu. Birden ayağında ki çizmeyle ağaca vurmaya başladı. O anda başına bir elma düştü. iyice sinirlendi. Zaten bahane arıyordu hınç almak için, bir iki kere daha ayağındaki çizmeyle ağaca vurdu.O sırada bir ses geldi.
    -Dikkat etsene canımı yakıyorsun.
    Sibel şaşırdı. Etrafta da kimse yoktu.
    -Allah Allah bu ses de nerden geliyor diye irkildi.
    Vurduğu ağaçtı. O da konuşacak değildi ya. Denemek için bir kere daha vurdu.
    -Ne biçim kızsın. Ağladığın yetmiyor gibi bir de canımı yakıyorsun.
    Tarih: 07 Temmuz 2008 09:58 Ekleyen:

  •     1959-1960 VEYA 1958-1959 SENELERİ sİVAS 4  Eylül
    Lisesi şiir yarışmasında A.H.Sağıroğluna ,rahmetli BEDRETTİN CÖMERT TARAFINDAN OKUMASI önerilen ve Sağıroğluna birincilik kazandıran şiir.Zaman olurki.........
    Tarih: 07 Temmuz 2008 00:19 Ekleyen:
Lütfen Giriş Yap veya Kayıt Ol!